29 Mayıs 2018 Salı

KEMALİZM’LE BÜTÜNLEŞEN ALEVİLİK HÜSNÜ MERDANOĞLU

KEMALİZM’LE BÜTÜNLEŞEN ALEVİLİK
HÜSNÜ MERDANOĞLU
Bilerek ya da bilmeyerek emperyalizme kul köle olanların ayırtının yapılması ve Alevîliğin yozlaşmalardan, mankutlaşmalardan korunmasının sağlanması için;
Alevi öncülüğünü yapanların Görgü Ceminden geçmiş olmaları koşulu bir öneri olarak değerlendirilmelidir.
Önce bir saptama;
17 Eylül 2006 günü Ankara Atatürk Spor Salonu’nda, Alevî İslâm Anlayışının, Alevî-Bektaşi-Mevlevi uygulaması ve deyişler ile ilahilerin söylendiği “CEM” töreni düzenlendi.
Törene katılanlar arasında, genç kızların/hanımların çoğunluğu oluşturmaları dikkat çekmekteydi. Başları açık bu genç hanımların, emperyalizmin Türk ulusunu yozlaştırma oyunlarından birisi olan; bel ve göbek açma modasına uymayarak, hiç birinin bel ve göbeklerini açmadıklarını görmek sevindiriciydi.,
Hazreti Ali’nin;
“Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref bulunmaz.”
“Bilgin, ölü olsa bile, diridir.”
Hacı Bektaşi Veli’nin;
“İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”
“Yolumuz ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kuruludur” sözlerinin yazılı olduğu tanıtım yazıları, Atatürk posterleri ve Türk bayrakları ile süslenen salonda sunucunun, Türkçe yanında Almanca konuşması ve yabancı televizyonların hazır bulunması ayrıca dikkat çekiciydi.
Kimi siyasi parti başkan ve temsilcilerinin de hazır bulunduğu törende, “Atatürk” konusu geçen ve “Alevîler azınlık değildir” içerikli konuşmaların çok alkışlanması; Alevîleri “azınlık” olarak gösterme çabası içinde olanlara ve Avrupa ülkelerinin güdümündeki, kimi kimliksizlere bir yanıt niteliği taşıyordu.
Cem töreninde okunan Türkçe duada; “Atatürk’e rahmet et, O’nun ordusunu başarılı kıl, … Ülkemizin iç ve dış düşmanlarına fırsat verme Yarabbi…” ifadeleri, dua sürecinde alkış olmayacağı ikaz edildiği için, coşkuyla başlar sallanarak onandı.
Asıl üzerinde durulması gereken ise; Cem’in bir ibadet yöntemi olduğu, bu ibadet içinde “Görgü (Kırklar) Cemi’nin ayrı bir önemi, yeri ve anlamı bulunduğu, Görgü Cemi’nin Alevîliğe başlangıç niteliğinde olduğu, Alevîliğe ilk adımın Görgü Cem’i ile atılabileceği, Alevî geleneğinde gösteri ya da kendini kanıtlama görünümünde bir Cem töreninin olmadığı göz ardı edilerek, son zamanlarda Cem töreninin gösteri olarak ortaya konulmasıdır.
Emperyalizmin her türlüsüne (sosyal, siyasal, kültürel) karşı dik duruş sergileyerek ulusal benliklerini koruma başarısını sağlayan “Öz Kimliklerini Koruyan Türkler” olarak tanımlaması gereken Alevîler hakkında söz ve söylemde bulunanlar ile kendini Alevî öncüsü görenlerin, öncelikle Alevîliğe yönelişin ilk adım olan; Görgü (Kırklar) Cem’i aşamasından geçmeleri gerektiği yönündeki önerime değinmeden önce, Aleviliğin Kemalizm’le bütünleşmesi sürecine değinmek istiyorum.
Alevîlik ve Kemalizm
Yeryüzünde gerçekleşen devrimler içerisinde, insan onuruna en çok yaraşır devrim, Büyük Atatürk (Türk) Devrimidir. Çünkü insanı merkeze koyarak, şekillenmiştir. Atatürkçülük (Kemalizm) olarak bilinen bu Devrimin dört temel ereği vardır. Bunlar; tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, ulus devlet ve çağdaş devlettir. Cumhuriyetçilik, halkçılık, ulusçuluk, devletçilik, laiklik ve devrimcilik olarak bilinen ve her biri insanın (yurttaşın) mutluluğunu hedefleyen ilkeler; söz konusu dört temel ereğe ulaşmak için somutlaştırılan kilometre taşlarıdır.
Atatürkçü Düşüncede ulus devlet; Türkiye sınırları içinde, Türk yurttaşı olma onurunu taşıyan her bireyin kaderde, tasada, övgüde ve hüzünde ortak duyguyu taşımasını hedefler. Dolayısı ile bu hedef; hiçbir yurttaşın din, ırk, mezhep, bölge, yöre, renk gibi inanç ya da kültür farklılıkları yüzünden ayrım, kayırım göremeyeceği anayasal hüküm altındadır.
Öte yandan, Atatürkçü Düşüncenin ilkelerinden birisi olan laiklik ilkesinde dinsel inanç, devletin varlığına, birliğine, bütünlüğüne ve devletin kuruluş felsefesine zarar verecek eylemlerde bulunmamak koşuluyla serbesttir. Hiç kimsenin dinsel düşüncesinden dolayı kınanamayacağı yine anayasa hükmüdür. Bu yaklaşım, yüzyıllar boyu hoşgörü ortamında, hoşgörü özlemi ile varlığını sürdüren yurttaşlarımız için gerçek bir can simidi özelliğindedir.
Kaldı ki, ortak dil ve ortak kültür birliği olan Anadolu insanı için, Atatürkçü Düşüncenin ulusallığı benimsemiş olan devlet yapısı; yurttaşlarımızı aynı güvenlik çatısı altında bütünleştiren şemsiye niteliğindedir. Türk tarihinin derinliklerinde süreli olarak, yanlı ve niteliksiz yöneticilere karşı uğraş vermek durumunda kalmış olan Alevîler, Cumhuriyet döneminde hiçbir zaman devletin tüzel kişiliğine saygısızlık yapma onursuzluğu göstermemişler, tam tersine öldürülseler de, yakılsalar da hep devletin varlığı ve birliği için özveride bulunmuşlardır. En büyük özveriyi de Ulusal Kurtuluş Savaşımız koşullarında göstermişler, padişah fermanları ile yurdumuzun birçok yerinde gerici isyanlar çıkarılmasına karşın, Ulusal Savaşımızın koşullarında, Alevî yöreleri hep Ulusal Savaşın başarılması yönünde tavır almışlardır. Atatürk’ü kurtarıcı olarak algılamışlardır.
Osmanlı yönetiminin kıyıcı, dışlayıcı ve iftira kampanyaları altında masumiyetini kanıtlamakta zorluk çeken Anadolu Alevîleri, Atatürk’ü “kurtarıcı” olarak görmekte haklıdırlar. Çünkü Atatürk, millet-devlet bütünleşmesinin temelini atmış, bu bütünleşmeyi sağlamış, gerçekleştirmiş ve kurumlaştırılmış, halkın egemenliğini ve İslâm’ın halifeliğini; hiçbir belge, bilgi, yasa, ayet, hadis ya da akla uygun geçerli neden olmadan elinde tutan Osmanlı ailesinin elinden alarak, insanlarımızı kula kul olmaktan kurtarmıştır.
Kulun, kula kul olmasının önlenmesine en çok, dini çıkarsal amaç için kullanmayanlar destek vermişlerdir. Atatürk’ün akla, mantığa, insanlık onuruna en çok yaraşır düzeyde gerçekleştirdiği Büyük Türk Devrimi; ulusallığı önemseyen, devletimizin tekliğine önem veren yurttaşlarımız tarafından benimsenmiş, özümsenmiş, savunulmuş ve savunulmaktadır.
Alevîlerin, Osmanlı yönetimine tepkilerinin nedenini; Osmanlı yönetiminin kendi iktidarlarını korumak için şeriatın her türlüsüne göz yummaları yanında, öz be öz Türk olan Alevîlerin kıyıma ve iftiraya uğratılmasında da aramak gerekir.
Padişah I inci Ahmet döneminde (1606-1611) Başbakanlık (Sadrazamlık) yapmış olan Hırvat kökenli Kuyucu Murat Paşa(!) Celâlî isyanlarını bahane ederek, Anadolu’da Türkmen avına çıkmış, Anadolu halkını canlı canlı kuyulara doldurup öldürerek “kuyucu” sanını almış, devlet-millet ayrışmasının temelini atmıştır.
Hacı Bektaş’ın;
“Hararet nardadır, sacda değildir.
Keramet baştadır, tacda değildir.
Her ne arar isen kendinde ara.
Mekke’de, Kudüs’te, Hac’da değildir.”
Yunus Emre’nin;
Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahi,
Elin yüzün yumaz değil.
Dizelerinde dile getirilen anlayışa sahip Aleviler, Kemalizm’le barışık olmakla kalmamış, Kemalizm’in sürekli destekleyicisi olmuşlardır.
Devlet-millet kucaklaşması ve bütünleşmesi Ulusal Kurtuluş Savaşımız döneminin, Kuvayı Milliye’sinde gerçekleşerek, Kemalist devlet modelinde bu bütünlük ve birliktelik sürdürülmüş, Atatürk döneminde hiçbir mezhep çatışması olmamış, ulusal sınırlarımız içinde (Misak-ı Milli) Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşı olma onurunu taşıyan hiç kimseye ayrımcı yaklaşım olmadığı, baskı yapılmadığı gibi Alevîlere de ayrımcı bir yaklaşım söz konusu olmamıştır.
Ülkemizde çok partili yaşamla birlikte, Atatürk’ün tüm olanaksızlıklara karşın ret ettiği, Amerikan mandası altına, Türkiye’nin 1948 yılında girmesiyle ve NATO örgütünün ülkemiz yönetiminin her aşamasında etkili olmaya başlamasıyla ve bu süreçte kimi niteliksiz, yeteneksiz Kemalist içerikten yoksun, dışa bağlı yöneticilerin işbaşına gelmesi sonuncunda; bölgesellik, mezhepçilik, ayrımcılık çoğalmaya başlamıştır.
Bu günlerde, özellikle ülkemizin, Avrupa Birliğine (AB) tam üye olma istek ve çabaları karşısında, Kuvayı Milliye’nin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk tarafından Avrupa devletlerine imzalatılan Lozan Barış Antlaşmasının rövanşı alınmaya çalışılmaktadır. Bu süreçte, kırsal yörelerde geçim sıkıntısı içinde yaşadığı için Avrupa’da ekmek aramaya giden Anadolu halkı, kendini gönderen ve onları döviz yumurtlayan tavuk olarak gören yönetimler tarafından, gerekli destek ve yönlendirme göremedikleri için emperyalizmin tuzağı ile karşı karşıya kalmışlar, kuşkusuz bu tuzaktan kurtulamayan Alevîler de olmuştur.
Görünen gerçek şu dur ki; AB ülkelerinin Türkiye’ye karşı tutumları aynı birliktelik içinde yer alacak ortaklık yaklaşımının ötesinde, bir öç alma ve hesap sorma görünümü yansıtmaktadır.
Örneğin Almanya, radikal İslâmcı örgütler dâhil birçok terör ve bölücü örgüt yanında, Türkiye’ye karşı örgütlenmiş, 47 ayrı yasal olmayan kuruluşa destek vererek dostluktan çok hasım gibi davranmaktadır.
Bu hasımca plânlar için Alevîleri kullanmak isteyeceklerinden kuşku yoktur.
Gurbetçi Anadolu halkının büyük çoğunluğunun bulunduğu Almanya’da, Alman plânları doğrultusunda Alevîler bir yandan, Türk kimliğinden koparılıp bölücü yapılanmalara yönlendirirken bir yandan da; Ege Alevîleri-Doğu Alevîleri, Alili Alevîler-Alisiz Alevîler gibi ayrıştırma siyaseti güdülmektedir. Öte yandan Sivas’ta 37 Türk aydınının yakılmasından birinci derecede sorumlu 6 kışkırtıcı cinayet zanlısı, Alman Dış İstihbarat Servisi (BND) elemanları tarafından Esenboğa üzerinden Almanya’ya kaçırılmıştır.
Avrupa destekli yozlaşma süreciyle birlikte, Alevîler arasında görüş ayrılıklarının çoğaldığı, Kemalizm’i eleştirme cesaretini kendinde gören Alevîlikle ilgisi, bilgisi, temsil niteliği olmayan aslında mankurtlaştırılmış yaratıklardan farkı bulunmayan kimilerini, Alevî öncüsü, sözcüsü yöneticisi görünümünde Kemalizm’e saldırma görevini üslenmişlerdir.
Oysa, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde diğer yurtseverler gibi Anadolu Alevileri, Kuvayı Milliye’ye destek vermişler, Kemalist Devrim sürecinde de Kemalizm’i benimsemişlerdir. Böylece Kemalizm’le bütünleşen Anadolu Alevili insancıl, özgürlükçü, hoşgörülü niteliklerini Kemalizm’in ilkleri ile zenginleştirmişlerdir.
Kemalizm’in olmazsa olmaz özelliği ise tam bağımsızlıktır. Başka bir deyimle; Kemalist olma onurunun ölçüsü, tam bağımsızlığı benimsemek bu uğurda uğraş vermektir. Tarihi süreç içinde oluşan bağımsızlıkçı, özgürlükçü, insana sevgiyle yaklaşma merkezli ve şekilcilikten uzak sevecen felsefe yanlıları ile aynı içerik ve nitelikteki Kemalist dünya görüşü aynen örtüşmektedir.
Bir başka gerçek ise; Batı fonlarından para alınarak, kimi projelerin gerçekleştirilmesinin, Kemalizm ve Alevîlikle bağdaştırılamayacağıdır. Çünkü para alanlar, emir almaya da alışırlar. Kemalizm ve Kemalizm’le bütünleşen düşünceler, tam bağımsızlığı ilke edindiği için emirleri, emperyalizmden değil, insanlık ve ülke yararları içeren kendi duyunç (vicdan) dünyasından aldıkları için bağımsız ve özgürdürler. Bağımsız ve özgür olabilmek hakkı ise ancak, kendi ekonomik kaynaklarını kendi yaratanlarındır.
Alevî toplumunun, Atatürk ile ne denli bütünleşip, Kemalizm’le ne denil örtüştüğünü, Türkiye’de tekke ve zaviyelerin kapatılmasını izleyen 11 Eylül 1925 günü, Bektaşi-Alevî tekke yöneticilerinin kamuoyuna açıkladıkları aşağıdaki bildiri, oldukça özlü biçimde ortay koymaktadır:
“Bütün sevenlere duyurulur ki, … İnsanlık âleminin ve Bektaşi yandaşlığının yüzyıllardan beri bekledikleri kurtarıcı (halaskar) ortaya çıkmıştır (zuhur etmiştir.) (Bu kişi) Yüce Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Paşa’nın bedeniyle gelen, bütün İslâm dünyasının ve bu arada Alevîlerin (Güruh-u Naci taifesinin) canları, malları ve huzurları güvence altına alınmıştır. Bu nedenle, tekkelerin var olma nedeni ortadan kalkmıştır. Bizlere düşen kurtarıcımızın yüce buyruklarına uyup bundan sonra dünya bilimlerini okutan Cumhuriyetimizin okullarına, insanlık bilimlerine ulaşmaktır. Hazreti Hünkâr Hacı Bektaşi Efendimiz de eğitimde bu yolu buyurur.
Tekkemizi kapatıp kutsal anahtarını Cumhuriyetimizin kurucularına teslim etmek günü gelmiştir. Böyle de yapılacaktır. Bütün sevenlere duyurulur.”
Emperyalizmin, Atatürk’ü yıpratmak ve Türkiye’yi bölmek için plânlar yaparken, bu plânlarında kullanacağı uşak aramasının nedenleri vardır. Bu nedenleri şöyle özetlemek mümkündür:
Halkı çok büyük çoğunlukla Müslüman olan hiçbir İslâm ülkesinde Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrimler yaşanmamıştır, olmamıştır, olamamıştır. Ayrıca, halkı Müslüman olan hiçbir ülkede Türkiye'deki gibi nüfusun 1/3'ü Alevî halk kitlesi değildir.
Bu nedenlerle de, Türkiye'yi öteki İslâm ülkeleri düzeyine ve yapısına gerisin geriye çekmek isteyen emperyalizmin yapması gereken şey; bu özellikleri ortadan kaldırılmak ya da hiç olmazsa, çarpıtılıp yozlaştırmaktır. Bunun yanı sıra, Osmanlı düzeninin özlemini çekenlerin de amaçları bu yöndedir.
Bilinmelidir ki, Kemalist devlet modeline husumet besleyenler, din istismarının önünün kesilmesini hedeflediği için laikliğe karşıdırlar, Atatürk’ü sevmezler. Bu bağlamda Atatürk’ün “Birçok eski kurumları yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardı. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir.” Sözlerinin anlamı gericilerin fırsat bekleyip, eski düzeni yeniden kurma hevesinde oldukları dikkate alındığında; emperyalizmle bölücünün, gericinin, yobazın ve her türlü din tacirinin (dindarın değil dincinin) her bağlamda yardımlaşma içinde oldukları görülür.
Günümüze dek sürdürülen, Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta Çorum’da… Kardeşin kardeşi öldürmesine dek uzanan, Alevî-Sünni ayrışmasının kökeninde de yine Osmanlı döneminde olduğu gibi yabancı parmağının olduğundan hiç kuşku duyulmamalıdır.
Bu bağlamda; günümüzde insan haklarından, ifade özgürlüğünden, demokrasinin nimetlerinden yararlanarak, devlet-millet ayrışmasını körükleyenlerle, ülkemizde azınlık yaratma arayışı içinde olanlarla, Hırvat kökenli Kuyucu Murat arasında amaç birliği var demektir. Çünkü her biri egemen güce, sömürüye hizmet etmektedirler.
Aynı şekilde; Dolar ya da Avro peşinde olarak, Türk ulusal birliğinin, ulusal dirliğinin, devletimizin tekli yapısının bozulmasına hizmet edenlerle, Sivas’ta 37 Türk aydınının yakılmasından birinci derecede sorumlu 6 kışkırtıcı cinayet zanlısını Almanya’ya kaçıran Alman Dış İstihbarat Servisi (BND) elemanlarından farkı yoktur. Çünkü aynı düzeyde Türkiye’ye kötülük yapmaktadırlar.
Öte yandan; bir insanın, hiçbir inanca sahip olmadan, dinsel inanç ve kurumları inkâr etmesi, kendisini “ateist” olarak görmesi ne denli doğal ise, bir insanın inanmadığı, kurallarını yerine getirmediği, bir inanç kurumunda öncü görevi üstlenmesi o denli doğal değildir.
Türkiye’de ve yurt dışında ulusal bütünlüğümüze hizmet eden, ülkemizin Kemalist anlayış doğrultusunda yönetilmesi için uğraş verenlerle, bilerek ya da bilmeyerek emperyalizme kul köle olanların ayırtının yapılması ve Alevîliğin yozlaşmalardan, mankutlaşmalardan korunmasının sağlanması için; Görgü Cemi bir öneri olarak değerlendirilmelidir.
Görgü Ceminin Önemi ve Gereği
Görgü Cemi, bir anlamda “Alevî” olma kimliğinin tescili, Ceme katılanlar tarafından onanması anlamına da geldiğinden, Görgü (Kırklar) Ceminde yargılanarak, Alevîliği onanmayanların, Alevîler adına ahkâm kesmesi, dernek kurması, açıklamada bulunması, öncü görevi üstlenmesi işin özü ile çelişmektedir.
Görgü Cemi, Alevî inancının olmazsa olmaz kuralı olan; Eline, Diline, Beline (EDEBE) sahip olunduğunun, YOL’a uyulduğunun kanıtlanma alanıdır. Görgü Cemi; “dara” durularak yani kendini Tanrının huzurunda varsayarak candan geçmek, kötülüklerden arınmaktır.
Bu nedenle; bütün Alevî-Bektaşi dernekleri, vakıfları ve dernek yöneticilerinin ve bu kuruluşlara üye olma isteğinde olanların Alevî hakkında söz söyleyebilme yetkisini elde etmeleri için, öncelikle Alevîlik yükümlülüğü olan, Görgü Cem’inde “görülmeleri” gerekir.
Görgü Cami’inde, Cemi yöneten (dede), görülmek, yargılanmak, aklanmak üzere törene gelene (talibe) "dar gel, doğru söyle!" diyerek, alacağını alıp, vereceğini verip, tüm sorumluluklarından arınarak gelip gelmediği sorularak aklanacağı için, ancak aklanabilme gücünü kendinde görenler katılacaklardır.
Kırklar meydanına vardım
Gel beri ey can dediler
İzzet ile selam verdiler
Gel işte meydan dediler
Dizelerinde olduğu gibi, kendilerini öncü görüp, hesap vermeye hazır hissedenler, Görgü Cemi’nde meydana inmelidirler.
Öte yandan, Görgü Cemi’ne katılacak olanın toplumda sosyal dayanışmanın ve sosyal yardımlaşmanın önemli etkenlerinden olan, musahip kardeşinin de olması gerekmektedir.
Alevîlikte musahiplik kurumu; kazancı ortaklaşa kullanmak temeline dayanan, ömür boyu ailecek sürdürülecek yol ve inanç kardeşliğidir ki, toplumda sosyal dayanışmanın ve barışın temelini oluşturan bir etken olarak görülmelidir.
Görgü Cem’i töreninde asıl önemli unsur, yola girmenin, o yolda olmak için toplum önünde söz vermenin başlangıcıdır. Görgü Cemi’ne katılanların bütün insanlarla helâlaşmış olması, hiç kimseye karşı maddi ya da manevi borcunun olmamsı gerekmektedir. Böylece inançsal sistemin pekiştirilmesiyle birlikte, sosyal bir dengenin kazınılası sağlanmış olmaktadır.
Bu noktada belirtmeliyim ki, her hangi bir suç işleyen için hukukun öngördüğü mahkemelerde, yürürlükteki hukuk kurallarına göre yargılanan suçlu ile Görgü Cemi’nde “dara duran” talibin yargılanması birbirine karıştırılmamalıdır. Mahkemelerdeki yargı, yasal bir uygulamadır. Görgü Cemi ise bir ibadet yöntemidir. Bu nedenle Görgü Cemi’ni hukuk kurallarının üstünde ya da hukuk mahkemelerinin önünde görmek yanlışına da düşmemek gerekir. Bir Alevî inancı olan Cem törenini, diğer inanç ve ibadet biçimlerinden farklı kılan yönü; Cem töreninin toplumsal yargı içerikli olmasıdır.
Görgü Cemi; yurt içinde ya da yurt dışında kendilerini Alevîlerin öncüsü olarak görenlerin, Alevilerin inançları doğrultusunda yaşamalarını sağlamaya yönelik içtenlikle uğraş içinde olanların içtenlillerini ortaya çıkaracağı gibi, Türkiye’nin biriliğine dirliğine, ulusal bütünlüğüne göz diken emperyalizmin değişmez kuralı olan, bu günlerde Avrupa Biriliğine uyum süreci ilerleme raporlarıyla doruğa çıkan; “böl-yönet, bölemezsen müdahale et, kalanı da yok et” plânına hizmet eden ayarlı, dışa bağımlı, dış güçlerin maşası, dolar ve avro aylıklı kimilerinin Alevilerin içine sızmış olduklarını, Alevilikle ilgisi olmayan bu uşakların da açığa çıkarılmasına yarayacaktır.
Aynı şekilde, Alevî Diyaneti kurmakla suçlanan, Avrupa Birliği’nden 267.750 Avro aldığı belirtilen bir Vakıf başkanının bu konularda açıklama yapma fırsatı da doğmuş olacaktır.
Yine Görgü Cemi, Alevî kültür birikimini kullanarak geniş bir dinleyici kitlesi oluşturduktan sonra, bu birikimi paraya dönüştürmek için sahip olduğu radyo istasyonlarını, yüksek ederle başkalarına satanların, liberalizmin kuralını mı yerine getirdikleri, yoksa başka oyun için de mi olduklarına ya da elde ettikleri kazancı, ulusal birlikteliğe hizmet için mi kullanacağına da ışık tutacaktır.
Görgü Ceminde; “… Alevîler için Türk bayrağı ve Atatürk resminin derneklerimizde asılmaması, örgütlerimizi birleştiren ya da ayrıştıran bir tartışma konusu yapılmamalıdır” görüşünde olanlar da yargılanmalı, Atatürk’le bütünleşmekle ayrı bir yücelik kazanmış olan Anadolu Alevîliği bağlamında yargısı yapılmalıdır.
Sosyal bir yargılama içerikli olan Görgü Cemi törenine katılma cesaretini kendinde görenler, Cem’in kim tarafından yönetileceği tartışmasına girmemelidir.
Alevî inancında, okumuş-okumamış, köylü-kentli olsun “insan” en kutsal varlık, “Tanrının yeryüzündeki temsilcisi” değil midir?
Bu noktada, Atatürk’ün bir özdeyişinden yararlanarak, Alevî öncülerine sorulması gereken soruyu da netleştirmek mümkündür.
Atatürk diyor ki; “Sizi aldatmak ve küçük düşürmek isteyenlere açıkça sorunuz: Ulusal Egemenlik, bağımsızlık ve devlet kavramlarında düşünceniz nedir?”
Alevî öncüleri olduğunu ileri sürenlere sorulmalı, “Ulusal Egemenlik, bağımsızlık ve devlet kavramlarında düşünceniz nedir? Alevî kurallarını yerine getiriyor musunuz? En son ne zaman Görgü Ceminde yargılandınız? Musahibiniz var mı? Helal kazancınız dışında, haram gelir elde ettiniz mi?”
Bu sorulara olumlu yanıt verenlerin alnı açık başı diktir ve onlar toplumun öncüsü kişilerdir. Onları izlemek, açıklamalarını dikkate almak gerekir.
Ayrıca dikkate alınmalıdır ki;
İnsanlığın ortak kültürünün bir bileşkesi olan, kimi dinsel kuralları güncelleştirerek bir inanç sistemi benimseyen Alevîliğin yaşaması, dedelik kurumunun yaşamasına ve Alevî öncülerinin Alevî olma niteliğine sahip kişiler tarafından temsil edilmesine bağlıdır.
Dedelik kurumunun yaşama şansı ise dedelerin günümüz koşulları doğrultusunda ilimle bilimle donanmaları koşuluna bağlıdır. İlim ve bilimin yeri ise ulusal benliğimizi, bütünlüğümüzü pekiştiren izlencelerin yer aldığı, çağdaş içerikli eğitim veren okuldur. “Okul; genç kafalara, insanlığa saygıyı, ulusa ve ülkeye sevgiyi, bağımsızlık şerefini öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için izlenmesi uygun olan en doğru ve sağlam yolu “ belleten, bu belletme niteliğindeki öğretici ve araçlarla donanımlı yerdir.

"ATATÜRKÇÜLÜK EŞİTTİR TAM BAĞIMSIZLIK" Hüsnü MERDANOĞLU

ATATÜRKÇÜLÜK EŞİTTİR TAM BAĞIMSIZLIK
Hüsnü MERDANOĞLU
Devlet memurları (din ve emniyet hizmetinde olanlar da dahil) 657 sayılı Devlet Memurları Yasasının 6 ncı maddesi uyarınca yaptıkları yeminde,
Cumhurbaşkanı seçilenler ve milletvekili olanlar (ya da dışardan başbakan/bakan atananlar) görevine başlarken içtikleri ant da;
“Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı” kalacaklarına dair namus ve şeref sözü vermektedirler.
Öte yandan; 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2 nci maddesi Milli Eğitimin genel amacının;
“Atatürk İnkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; ... Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek” olduğunu,
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun Amacı; ”Atatürk İnkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı” öğrenciler yetiştirilmesi” olduğunu, hüküm altına alınmıştır.
Harp Okulları Kanunu ile harp okulu öğrencilerine; “Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda … hizmet bilincinin ve meslekî değerlerin kazandırılması” hedeflenmiştir.
Atatürkçü görünümündeki vakıf ve dernekler de aynı şekilde; “Atatürk'ün önderi olduğu Türk Devrimi'ni ve bu Devrimin temelini oluşturan ilkelere” sahip çıkılacağını amaçlamamaktadırlar.
Atatürk ilke ve devrimlerine (inkılâplarına) bağlı olunması, Kemalist Büyük Türk Devrimi’nin özü olan Kemalizm’in amacının anlaşılmasıyla mümkündür. Kemalizm’in amacı ise Mustafa Kemal Atatürk’ün söylem, eylem ve uygulamalarını incelemek ve doğru yorumlamakla anlaşılır.
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Milleti Meclisini açtığının ikinci günü (24 Nisan 1920’de) Meclisteki ilk konuşmasında, o günlerde içinde bulunulan koşulları da özetleyerek, aşağıdaki cümlelere yer vermiştir.
“... Ulusal varlığımızı siyaseten kanıtlamak ve fiilen saldırılar karşısında ulusun namus ve bağımsızlığını eylemsel olarak savunmak” (1)
Mustafa Kemal Paşa, 18 Kasım 1920’de yayımladığı bildiride; TBMM’nin ve Türk ordusunun amacını;
“Emperyalist devletlerin, devlet ve ulusumuzun yaşamına açıkça kastetmeleri sonucunda meşru savunma için toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, ... milletin yaşam ve bağımsızlığına kast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların saldırılarına karşı savunma ve bu amaca aykırı hareket edenleri cezalandırmak amacıyla kurulmuş bir orduya sahip” (2) cümleleri ile vurgulamıştır.
Kaldı ki, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın (Türk Bağımsızlık Savaşı’nın) emperyalizme karşı yapıldığından kuşku yoktur. Çünkü ülke emperyalist güçler tarafından eylemli olarak işgal olunmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, 22 Kasım 1922 günü Petit Parisien muhabirine;
“Koşullarımız çok açık ve çok sadedir. Bağımsızlığımızın, kayıtsız ve koşulsuz onanmasını istiyoruz. Bu kısa cümlede programımızın bütün ana hatları yer almıştır. Ulusal sınırlarımız içinde bulunan toprakların bize verilmesinde ısrar edeceğiz. Ondan sonra, bu topraklar dâhilinde tamamıyla bağımsız, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye yaşamasını istiyoruz. İşte bütün isteklerimiz budur” (3)
diyerek, amacını açık ve net sözcüklerle dile getirmiştir.
Atatürk’ün, tam bağımsızlığı elde etmek için savaştığı taraf; emperyalist amaç güden Avrupa devletleridir. Tam bağımsızlıktaki ısrarı ise tam bağımsızlığın, bir ulusun onuru olduğudur. Atatürk’e göre;
“...Bir millette şerefin, saygınlığın, namusun ve insanlığın var olabilmesi, mutlaka o milletin, hürriyetine ve bağımsızlığına sahip olması ile mümkündür. ...” (4)
Emperyalizme baş kaldırmış olan Ankara Hükümetinin (Kuvayı Milliye’nin) Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa, emperyalizme karşı kazanılan ilk cephe savaş olan Sakarya Savaşı’nın (23/8-13.9.1921) henüz kazanılmadığı bir aşamada (13.6.1921’de), emperyalist devlet Fransa’nın temsilcisi Franklin Bouillon’a, Kuvayı Milliye’nin başkenti Ankara’da; Kemalizm’in amacı yanında, tam bağımsızlığın anlamını da içeren şu konuşmayı yapmıştır:
“Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin temelinin özüdür. Bu görev, bütün ulusa ve tarihe karşı üstlenilmiştir. … Bizden öncekilerin hataları yüzünden, ulusumuz, sözde bağımsızlığına bağlanmış bulunuyordu. … Biz, yaşamak isteyen, onuruyla ve şerefiyle yaşamak isteyen bir ulusuz. … Aydın, cahil ayrımsız tüm ulusumuz, … Bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, tam bağımsızlığımızın sağlanması ve sürekliliğidir.
Tam bağımsızlık demek, elbette siyasa, ekonomi, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir...." (5)
Mustafa Kemal Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde “sanki bir demircinin, elindeki çekici, aynı noktaya yüzlerce kez, binlerce kez vuruşu” gibi tam bağımsızlığa yönelmiştir. Çünkü Tam bağımsızlık, (o günlerin deyimi ile istiklâl-î tam) Atatürk’ün kurmak istediği Türkiye’nin “baş ilkesidir” (6)
Bu bağlamda; Kemalizm’in (Atatürkçülüğün-Atatürk ilke ve devrimlerinin) amacının, tam bağımsızlıkta odaklandığında kuşku yoktur.
Bilinen gerçektir ki, tam bağımsız olmayan bir ulus, kültür emperyalizminin baskısı altındadır. Emperyalist devletler, sömürdükleri ülkenin ulusal eğitiminin ve demokrasinin gelişimine izin vermezler. Kendilerine karşı eleştiri fikirlerinin yeşermesini engellerler. Ya da demokratik yönden işbaşına gelen yönetici kadroları, işbirliğine çekerek satın alırlar. (7)
Tam bağımsızlığın korunabilmesinin bir başka güvencesi; çağdaş bir devlet oluşturmak ve toplumun çağdaşlaşmasını sağlamaktır. Bunun ilk koşulu da, toplumun, ulusallaşmasıdır. Toplumun ulusallaşması için de; "kaderde, kıvançta, tasada ortak" olma bilincinin sağlanması gerekmektedir. Bunun gerçekleştirilmesi ise toplumu, görüş, inanış, ilke, amaç gibi dağınıklıklardan kurtararak dil, tarih ve yazgı birliğine kavuşturmayı gerektirir. Ayrıca, halkın tüm katmanlarını, eğitimin, kültürün, tekniğin ve gelirin nimetlerinden yararlandırarak, bilinçlendirerek, onları özellikle ödünsüz yönetime, dolayısıyla da gönence kavuşturmak gerekmektedir. İşte Atatürk, bu evrensel koşulları gerçekleştirmek amacıyla; ulusal eğitime önem vermiştir. Ulusal eğitimi gerçekleştirmekle yükümlü olan eğitimcilere yönelik olarak da şunları söylemiştir;
“Hiçbir zaman aklınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar bekliyor.” (8)
Kemalizm, süslü ve kuru söz değil, eylemdir. Yerine getirilmeyen boş sözler, Atatürkçülükle çelişir. Tam bağımsızlığın sağlanması ve sürekli olması için ekonomide, dilde, eğitimde ve kültürde bağımsızlık girişimleri başlatılmış ve büyük ölçüde başarılmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin tam bağımsızlığının güvencesi olan askeri gücümüzün günün koşullarına göre hazır tutulması için gerekli önlemler alınmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin, henüz üç yaşında iken, Hollanda’ya uçak gövdesi satacak teknik güce ulaşması, bu ulusal savunma sanayisine verilen önemin kanıtıdır.
Kemalizm’in, emperyalizmin karşısında ulusalcı bir dünya görüşü olması nedeniyle, emperyalist güçler her zaman Türkiye’nin tam bağımsızlığını çeşitli yöntemler ile engelleme çabası içinde olmuşlardır.
Örneğin, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir A.Calthorpe 1919 sonlarında, Dış İşleri Bakanı Lord Curzon’a şunları yazmıştı: Binbaşı Noel (Güney Doğu Anadolu bölgesinde Kürt kimliği yaratmaya çalışan İngiliz ajanı) Kürt şefleriyle (aşiret başkanları) ile görüş birliğine varırsa, bundan büyük faydalar sağlayacağını söylüyor. ..”
Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde, Güney Doğu halkımızın ulusal kurtuluş yönünde tavır alması sonucu, Noel ve benzerleri amaçlarını gerçekleştirememişlerdir. Ancak, emperyalist güçler, Türkiye’nin bölünmesine yönelik girişimlerini her geçen gün yoğunlaştırmışlardır. Nitekim, Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde ve Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan iç ayaklanmaların sayısı 46 iken, 620 yıllık Osmanlı döneminde gerçekleşen iç ayıklanmaların sayısına 43’tür. (9)
Türkiye’nin tam bağımsızlığının yok edilmesi, hiç kuşku yok ki bu tertipler içinde olanların kendi çıkarları içindir. 5 Ağustos 1930 tarihli İnternational Press Gazetesinde yer alan “Eğer bugün İngiliz ‘bilginleri’ ... Kürdistan’ın kurulmasına yardımın zorunlu olduğundan dem vuruyorsa, doğrusu bu ‘adalet’in, fazlasıyla petrol ve kan koktuğunu söylemek gerekir.” (10) sözleri, günümüzde de güncelliğinden bir şey yitirmemiştir.
Kemalist dünya görüşünde, tam bağımsızlık anlayışının özü; Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının onurlu bir yaşam sürebilmesi için askeri, ekonomik, sosyal ve diğer devlet yaşamının gerektirdiği konularda kendi ulusal iradesi dışında hiçbir gücün baskısı altında olmamasıdır.
Bu bağlamda, “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı” kalınacağına dair “namus ve şeref” sözü vermenin anlamı; her şeyden önce Atatürk Türkiye’sinin tam bağımsızlığın korunmasıdır. Çağdaş devlet olmanın kaçınılmaz sonucu olan, uluslararası kuruluşlar ile işbirliği, güç birliği, eylem birliği yapılırken, göz önünde tutulması gereken esas ilke; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına ve ulusal egemenliğine zarar gelmemesi olmalıdır.
Bu noktada Türkiye’nin Avrupa Biriliği’ne (AB’ye) tam üye olması girişimlerine Kemalist açıdan bakıldığında; Türkiye, AB’ye tam üye olursa, AB organlarının alacağı kararlar uymak zorunda kalacağı için, Türkiye’nin tam bağımsızlığından söz etmek mümkün olmayacaktır.
Çünkü bağımsız devletin amacı; hiçbir dayatma ile karşı karşıya kalmadan, kendi ulusal siyasetine dayandırarak yaptığı plân ve programlarını gerçekleştirmektir.(11)
Tam bağımsız olan devlet özellikleri şöyle özetlenebilir:
-Yasama, yürütme ve yargı güçleri hiçbir (iç ve dış ) ekonomik ve siyasi baskı altında olmadan, kendi ulusal kuruluş ve güçlerine dayanarak, ulusal çıkarlar doğrultusunda kararlar alır.
-Yürürlüğe koyduğu yasalar ulusal içerikli ve ulusun genel çıkarlarına yönelik olur.
-Aldığı kararları, yürürlüğe koyduğu yasaları ulusal çıkarlar doğrultusunda uygular ve ulusal organları aracılığı ile denetler.
-Devletin içerde hiçbir kişiye, zümreye, etnik kökene ve tarikata ayrıcalık tanımadığı gibi din ve mezhep ayrıcalığı da tanımaz.
-Devlet, dışardan azınlık hakları görünümü altında yönlendirmesi ile karşı karşıya kalınmadan yönetilir.
Atatürk’ün vurgulamasıyla;
“...İçimizde yaşayan ve Müslüman olmayan vatandaşlarımıza bizim siyasi egemenliğimizi ve sosyal dengemizi bozacak fazla bir takım ayrıcalıklar (vermeden)”, (12) ulusal yargı, hiçbir baskı görmeden içte ve dışta hukukun üstünlüğünün geçerli olmasıdır.
Tam bağımsızlık bağlamında;
“Milletlerin yargı hakkı, bağımsızlığın birinci şartıdır. Adalet kuvveti bağımsız olmayan bir milletin devlet olarak varlığı kabul edilemez.” (13)
ilkesi ödünsüz olarak göz önünde tutulmalıdır.
Hiçbir himaye, güdüm, yönlendirme ile karşı karşıya kalınmadan uluslararası ilişkileri, gelişen koşullara koşut çağdaş düzeyde sürdürmek için ekonomik yönden güçlü olmanın önlemlerinin alınmasıdır. Atatürk dönemi Kemalist yönetim, "Yaşam demek, ekonomi demektir." (14) anlayışı doğrultusunda devletçiliği uygulamaya koymuş, devletin ekonomik kaynaklarını oluşturan Kamu İktisadi Kuruluşlarının yönetimini doğrudan devlet üstlenmiştir.
Tam bağımsızlığın ekonomik güvencesi olan devletçilik ilkesi,
“... Büyük bir milletin ve geniş bir memleketin (Türk milletinin ve Türkiye’nin) bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak memleket ekonomisini devletin eline almak” (15) anlayışının sonucu yaşama geçirilmiştir.
Nitekim;
Bu kararlılıkla gerçekleştirilen ulusal yatırımların üretime dönüşmesi soncu ekonomik yönden güçlen,
Kuvayı Milliye ruhunun devamı olma onurunu taşıyan askeri güce sahip olan,
Atatürk’ü özümsemiş bürokratik ve siyasi kadrolar,
Kendi ulusal gücümüze dayanarak (NATO, İMF, Dünya Bankası, Avrupa Biriliği, Gümrük Biriliği gibi bezeri tam bağımsızlığı törpüleyici kuruluşların dayatmalardan uzak bir ortamda),
Ülkemizi, İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşının olumsuz etkilerinden korunabilmiştir.
Kemalizm’in tam bağımsızlık hedefi ile bütünleşen; ulusal egemenlik, ulus devlet ve çağdaş devlet olguları, ancak tam bağımsız olunmakla gerçekleşir ve korunabilir.
Kemalizm’in (Atatürkçülüğün); Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Ulusçuluk (milliyetçilik) Laiklik ve Devrimcilik ilkelerinin, devlet kurucusu Atatürk’ün hedeflediği düzeyde devlet yaşamına yansıma ve yaşama şansı, ancak ve ancak tam bağımsız olunmakla mümkündür.
Acaba; “Ulusu gönence, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek ve ulusun genel çıkarlarını korumak” (16) amacıyla kurulan, ulusal birlik, dirlik ve bütünlük konusunda ana unsur olan sosyal devlet olgusunu, “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” anlayışıyla ayakta tutan Kamu İktisadi Kuruluşlarının (stratejik ve ulusal istihbarat bilgilerini içeren kuruluşlar da dahil), yabancılara ya da yabancı ortaklıklara pazarlanıp satılmaları aşamalarında, bu uygulamaların sosyal devlet olgusuna getirdiği yıkımlar yanında, ülkemizin içinde yer almasını gerektiren olası bir savaş durumunda, tam bağımsızlığımızın nasıl bir açmaza sürüklendiği de düşünülüyor mu?
Dip Notlar:
(1) Atatürk’ün 24 Nisan 1920’günkü konuşmasından aktaran; Mustafa Albayrak, “Atatürk ve Anti-Emperyalizm”, (Atatürk Yolu, Yıl:10, Cilt:5, Sayı:20, s.347-365) s.351-362.
(2) Aktaran; Mustafa Albayrak, a.g.m., s.354.
(3) Aktaran; Muammer Aksoy, Atatürk ve Tam Bağımsızlık, Cumhuriyet Gazetesi yayını, İstanbul, 1998, s.37.
(4) Atatürk’ün 24.04.1921 tarihli konuşmasından aktaran; Muammer Aksoy. “Atatürk’ün Işığında Tam Bağımsızlık İlkesi” (Prof.Dr.Yavuz Abadan’a Armağan, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 280, Ankara, 1969). s.727.
(5) Söylev, Basıma Hazırlayan, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, C:2, s.302. Atatürk, bu konuşmasını 13 Haziran 1921 günü Ankara’da bulunan Fransa’nın eski bakanlarından Müsyü Franklen Buyyon ile yapmıştır. Atatürk'ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:11, s. 203-204.
(6) Muammer Aksoy, “Atatürk’ün Işığında Tam Bağımsızlık İlkesi” a.g.m. s,726.
(7) Anıl Çeçen, Atatürk ve Cumhuriyet, İmge Kitapevi, Ankara 1994, s.117.
(8) Atatürk’ten aktaran; Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Çağdaş Yayınları, 6. Baskı, İstanbul, 1991, s.116.
(9) Orhan Coşkun, “Atatürk’ün 7 Mart 1925 Tarihinde Millete ve Cumhuriyet Ordusuna Yayınladığı Beyanname”, (Anıtkabir Dergisi, Yıl:5, Sayı:19, 2005, s.22.)
(10) Aktaran; Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler (1919-1999), Otopsi Yayını, İstanbul, 2000.s. 117.
(11) Atatürk, devlet yönetiminde programın önemine inanan bir devlet adamıdır. Kendisine, Napolyon’un “Ben yürürüm. Programım kendiliğinden çıkar” dediği hatırlatılması üzerine; “Ama o türlü giden sonunda başını Saint-Helen kayalarına çarpar” yanıtını vermiştir. (Aktaran; Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, İstanbul, 1999, s.96.)
(12) Atatürk’ün, 28 Aralık 1919 günü Ankara’nın ileri gelenlerine hitaben yaptığı konuşmadan, Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:6, s.31.
(13) Bu cümleler, Atatürk’ün 24 Nisan 1920 günü TBMM’nin ilk açılışında yaptığı ilk konuşmadan alınmıştır. www.tbmm.gov.tr
(14) Atatürk’ten aktaran; Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.289.
(15) Atatürk’ten aktaran; Mustafa Aysan, Atatürk’ün Ekonomik Politikası, Es Yayınları, İstanbul, 1980, s.6.
(16) Atatürk’ten aktaran; A.Afetinan, Medeni Bilgi ve M.Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK, 1988, s.49.

26 Mayıs 2018 Cumartesi

"TÜRKİYE’NİN AB’YE TAM ÜYELİK SÜRECİ VE ORTA DOĞU PROJELERİ" - Araştırmacı, Kemalist Yazar: HÜSNÜ MERDANOĞLU

TÜRKİYE’NİN AB’YE TAM ÜYELİK SÜRECİ VE ORTA DOĞU PROJELERİ
Türkiye’nin, AB’ye tam üye olarak alınacağı yönünde oyalanması sürecinde; insan hakları, demokratikleşmek gibi görünürde masum, özünde Türkiye’nin etnik yönden ayrıştırılmasına yönelik dayatmalar, geçmiş tarihimizde Tanzimat dönemini anımsatmakla birlikte, gelecekte Orta Doğu Projelerine hizmet etmektedir.
“Orta Doğu Projesi” bir değil birden çoktur. Avrupa ülkelerinin, ABD’nin, İsrail’in ve Rusya’nın, tarihin her evresinde ilgi alanı olan Orta Doğu’ya yönelik ayrı ayrı Orta Doğu Projeleri bulunmakta ve Türkiye’nin AB’ye tam üye olma sürecinde verdiği ödünlerle ulus devlet yapısından uzaklaşması, her proje sahiplerinin işini kolaylaştırmaktadır.
Avrupa’yı Kafkasya’yı, Balkanları denetim altına almak isteyen güçler, konum yönünden dünyanın merkezi olan Orta Doğu bölgesini ele geçirmeyi hedeflemektedirler.
Bu bağlamda;
İngiltere merkezli dünya, Osmanlı sonrasında ortaya çıkan Şark Sorununun çözümü için Dörtlü Konfederasyon plânını gündeme getirmiştir. Bu doğrultuda Balkanlarda, Anadolu'da, Kafkasya'da ve Orta Doğu'da etnik topluluklar ve cemaatlerden oluşan küçük devletlerin federasyon kurmasını ve oluşacak bu dört federasyonun daha sonra "Yakın Doğu Konfederasyonu" adı altında İngiltere'nin güdümünde, İstanbul merkezli bölgesel yapılanmaya götürülmesini hedeflemiştir. Bir anlamda İngiltere, Anglosakson egemenliğinde yeni bir Bizans Projesi'ni devreye sokmak istemiştir.
Ne var ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin çok kısa süre içerisinde gerçekleştirdiği başarılar, ezilen uluslara örnek ommuş, Atatürk döneminde emperyalist beklentiler geriye tepmiştir.
Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda kesin tarih verilmemesi sürecinde, hem Türkiye’nin hem de Avrupa kamuoyu uyutulurken, ABD'nin soğuk savaş sonrası için geliştirmiş olduğu Büyük Orta Doğu Projesinin hazırlıkları sürdürülmüştür. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD, Filistin'de İsrail devletini kurdurduktan sonra, İsrail merkezli bir Büyük Orta Doğu için çaba göstermiştir.
Bu doğrultuda;
-NATO, ABD’nin Orta Doğu’da yerleşmesine kolaylık sağlayan bir örgüt olma görevini üstlenmiş,
-Atatürk tarafından tam bağımsızlığa ve ulusal egemenliğe dayalı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ten sonra, Amerika'nın bölgeye girişi için bir giriş kapısı konumuna getirilmiş,
-NATO’nun Türkiye’ye gelmesi ile birlikte Türkiye’nin Güney komşuları ile arasını açmış, komşularından soyutlamış, Atatürk’ün kurduğu dostluk köprülerini yıkarak, Türkiye’nin Batı’ya muhtaç olması sağlanmış,
-Ilımlı İslâm projesi geliştirilip desteklenerek, Müslüman dünyanın güç birliği yapması önlenmiş, yeni İslâm tarikatları yaratılarak siyasi ve ekonomik destekle bunlar güçlendirilmiş,
-“Müttefik” görünümlü güçler tarafından terör desteklenerek, ulusal birlik ve bütünlüğün zedelenmesi, devlet millet arasının açılması, yeni yatırımlar yapmak için kullanılacak olan ulusal kaynakların terörü durdurmak için harcanması sağlanmış,
-Çekiç Güç ile bölgedeki ABD üstünlüğü perçinlenmiş, Türkiye ilerde kendisini tehdit edecek olan Kuzey ırakta kurulan Kürt devletinin kurulması engellenememiştir.
Böylece Türkiye, Atlantik İttifakı'nın (ABD-İngiltere) bölgeye girişinde merkezi üs olarak kullanılırken, ABD "stratejik müttefik" olarak ilân edilmiş ve ABD
Türkiye ve ABD Dışişleri bakanlarının, karşılıklı çıkarlarını gözetlemek amacı ile ortak strateji belgesi imzalamak için bir araya geldiklerinde (Temmuz 2006) ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde (Armed Forces Journal-AFJ) emekli bir ABD albayı tarafından yayımlana makalede; Orta Doğu haritasının yeniden çizilmesi gündeme getirilmiş ve Türkiye’nin bölünmesi içeren harita yayınlanmıştır.(1) Böylece; ABD’nin ne denli stratejik müttefik (!) olduğu bir kez daha gözler önüne serilmiştir.
İsrail’in Orta Doğu Projesi; küçük küçük eyaletlerin oluşacağı devletçiklerin bir araya gelmesiyle kurulacak bölgesel konfederasyonu hedeflemektedir.
Bu çaba doğrultusunda; Orta Doğu’da Yahudileri rahatlatmak üzere, Suriye’nin; Alevi, Sünni, Dürzi, Süryani ve Maronit olarak beşe, Türkiye’nin; Kürdistan, Ermenistan, Pontus, İyonya, Marmara, Trakya, ve Anadolu devletçikleri biçiminde yediye, İran’ın; Azerbaycan, Kürdistan, Farsistan, Türkmenistan, Belucistan olarak beşe bölünmesi, Irak’ın; Kürt0, Şii, Arap olarak bölünmesi, İsrail, Filistin, Ürdün ve Lübnan’ın da katılımı ile (2) Orta Doğu Birleşik Devletlerinin kurulmasına çalışılmaktadır.
Bu süreçte Kürdistan'ın kuruluşu gündeme gelmiş, İsrail'in organizasyonu ve ABD'nin desteği ile bölgeye yeni bir devlet olarak getirilen Kürdistan projesi fiilen kurulmuştur. Bu bağlamda, “Büyük Orta Doğu Projesi (Plânı)”, özü itibarıyla Büyük İsrail Projesidir.(3) İsrail için yaşamsal önemde olan Büyük Orta Doğu Projesini gerçekleştirebilmesi için Türkiye’nin ayrı bir önemi bulunmaktadır. Etrafı işgal ettiği İslâm devletleriyle çevrili olan İsrail, 1949’da Türkiye tarafından tanınmış olmakla nefes alabilmiştir. Yani “Türkiye, İsrail'in nefes borusu”(4) olmuştur.
ABD merkezli Orta Doğu Projesi; İngiltere'nin alternatifi olarak Osmanlı alanını düzenlemek değil, Sovyetler Birliği'nin çökmesinden yararlanılarak dünyanın tek süper gücü olarak, hegemonyaya dayanan küresel bir düzen kurmaya yöneliktir.
Bu anlamda ABD’nin Orta Doğu Projesi; eski Osmanlı imparatorluğunun ülkesi olan Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, Orta Asya ve Kuzey Afrika’yı hedef almakta ve bütün bu bölgeleri ABD’nin yönetimi altında bir araya getirerek, süper gücün dünya egemenliğini kurma (5) hedefidir.
ABD, NATO gücünü kullanarak Afganistan’a ve Irak’a girmekle, Orta Doğu pazarını Avrupa’dan önce kontrol altına almayı başarmıştır. Bunu gerçekleştirirken de, emperyalizmin her zaman üstlendiği “kurtarıcı melek” rolünü üstlenmiş, her gittiği yere demokrasiyi(!) götürme görünümünde olmuştur.
Büyük Orta Doğu’da Avrupa’nın etkili olması, Avrupa’yı dünyanın en büyük gücü durumuna getireceğinin, Rusya’nın kontrolüne girmesi, Rusya’nın büyük güç olacağının, bölgeyi kontrol edemezse;(6) dünya üzerinde etkinliğinin azalacağının ayırtında olan ABD ile İsrail tüm güçlerini Türkiye’nin yanı başında bulunan Orta Doğu’da etkili olmak için Türkiye’yi kullanmaktadırlar.
Rusya ise sıcak denize ulaşabilmek için, tarihin derinliklerinden beri Türkiye topraklarında ya da Türkiye’nin yakın bölgelerinde kendinse tampon bölge oluşturmaya çalışmaktadır.
Böylece Türkiye, Batı Bloğu'nun üç merkezi olan ABD, AB, İsrail ile Rusya’nın üstünlük çekişmesi alanın merkezinde bulunmaktadır.
Bu plânların ortak noktası; emperyalizmin değişmez ilkesi olan “böl ve yönet” yaklaşımıyla, güdülecek ve kontrol altına alınacak ülkecikler yaratmaktır. Bu bağlamda Kopenhag Ölçütleri içeriğinde yer alan; Demokrasinin ve demokratik kurumların (hukuk düzeni, çok partili, sistem, insan haklarına saygı, azınlıkların korunması ve çoğulculuk gibi) istikrarın sağlanması koşulu, Türkiye’de etkin ayrışmaya yöneliktir. Etnik ayrışma ise Lozan Antlaşmasının geçersizliğinin sağlanmasını, tıpkı Mondros ve Sever koşullarında olduğu gibi Türkiye’nin bölünmesini ve paylaşılmasını kolaylaştırılmanın alt yapısıdır. Türkiye’nin bölünmesi ve bölüşülmesi ise Irak, Suriye, İran gibi diğer Müslüman devletlerin parçalanıp bölünmesini içeren, Orta Doğu Projelerinin uzantısıdır.
Görünen o dur ki; Türkiye ve diğer bölge ülkeleri, başta Irak olmak üzere, İran, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan ve Mısır gibi Orta Doğu ve çevre ülkeleri büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Küresel eşkıya olarak Amerikan ordusu bütün bölgeyi işgal etme plânları içindedir. Bu süreçte Türkiye, hem bölgeye karşı müttefiklik görünümü ile kullanılmak istenmekte hem de bölgenin merkezindeki ülke olarak yeni yapılanma sürecinde dönüştürülmek istenmektedir.
Orta Doğu'ya gelen bu saldırganlığa karşı Türkiye, antiemperyalist Atatürk Türkiye’sine yaraşır dik duruş sergileyerek, hem ülke bütünlüğünü korumak, hem de bölge ülkeleri olan komşuları ile bir araya gelerek birlikte hareket etmek için ortak davranış içine girmek zorundadır.
Atatürk, Osmanlı sonrası dönemde Doğuya açılırken; önemli sayıda Türk nüfusu barındıran İran ve Afganistan'ın Sadabat Paktı içinde yer almasını sağlamıştır. Ayrıca eski bir Osmanlı ülkesi olan ve milyonlarca Türkmen’in yaşadığı Irak’ı bu paktın içine alarak, dünyanın merkezi bölgesinde bir bölgesel dayanışmanın temellerini atmıştır. İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşı öncesinde (8 Temmuz 1937’de) Tahran’da Şah’ın Sadabat Sarayında imzalanan “Sadabat Paktı”; Türkiye’nin önderliğinde Orta Doğu ülkelerinin bir araya gelerek, Batılı emperyalistlerin bölgedeki egemenlik arayışlarına karşı kendilerini korumak için güç birliği yapmaya yönelik dostluk birlikteliğidir. Başka bir anlatımla Sadabat Paktı; Türkiye’yi ve komşularını, yaklaşmakta olan İkinci Paylaşım Savaşı’nın olumsuzluklarından ve sonrası gelişmeler karşısında korumaya yönelik birlikteliktir.
İkinci Paylaşım (Dünya) Savaşı öncesinde zorunlu görünen bu girişimin, benzeri bir birlikteliğin yeniden gündeme getirilmesi ve gerçekleşmesi için çaba içinde olunması, ulusal bir yükümlülüktür.
İsrail ve Amerika’nın sürekli tehditleri ile karşı karşıya kalan İran ve Suriye, günümüzde Türkiye'ye yakınlaşmak ve Türkiye ile beraber ortak bir hareket yöntemi geliştirebilmek için çaba içinde olmak zorundadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti, nüfusunun tamamı Türk asıllı bir ülke konumundaki Azerbaycan'ı da yanına alarak, İran ve Suriye ile bir araya gelmelidir.
Ancak, halen NATO üyesi olan Türkiye'nin, kendini korumak için böyle bir savunma örgütüne girmesine başta Amerika olmak üzere, diğer Batılı ülkelerin karşı çıkacağı açıktır. Bölgenin petrol yataklarından yararlanmak isteyen bütün Batılı emperyalist devletler, bölge ülkelerinin kendilerini korumaları için böylesine bölgesel bir birlikteliği oluşturmalarına izin vermek istemeyeceklerdir.
Ancak unutulmamalıdır ki, hiçbir ülke, Türkiye için (B) plânı yapmayacaktır. Yabancıların yaptığı plânlar her zaman Türkiye’nin yıkımına yönelik olmuştur. AB(D)’ye dayalı A Plânı Orta Doğu Plânlarına hizmet etmektedir. A Plânı; İngiltere merkezli Yakın Doğu Konfederasyonu, Amerika merkezli Büyük Orta Doğu Projesi, İsrail merkezli Büyük İsrail Projeleri'ni hedeflemektedir. Hepsi de, emperyalist plânlarıdır.
Atatürk’ün ölümünden (ya da öldürülmesinden) sonra, gerçekleşen İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sonuçları doğrultusunda dünyadaki egemenliğini pekiştiren ABD, Türkiye’nin kontrolünü eline geçirmiştir. Bu kontrolün sağladığı üstünlükle, Sovyetler Birliği'nin yıkılması sürecinde de Türkiye yoğun bir psikolojik savaş etkisi altında tutulmuş, ulusçuluğu (milliyetçiliği) bile kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiş, böylece Kemalist yapıdan uzaklaştırılan Türkiye’de, Türk halkının uyanarak gerçekleri görmesi engellenmiştir. Oysa Atatürk’ün hedeflediği Türkiye’nin halkı uyumak değil, çağdaş uygarlıkların daha da üstüne çıkması için uyanık olmak durumundadır.
Atatürk’ten sonra Türkiye’yi yönetenler; Bağımsızlığın güvencede olabilmesi için saniyeleşmenin kaçınılmaz olduğunu görmezden gelerek, Batı ile bütünleşme siyaseti güdüp, ülkemizin sanayi atılımını duraklatarak, ülkeyi Batı’nın pazarı durumuna düşürmüşler, özeleştirme görünümü altında ülkenin bağımsızlığının güvencesi ekonomik kuruluşlar, ulusal çıkarın can düşmanı çokuluslu şirketlere satılarak, halk ve devlet kendi kaderine terk edilip, devletin dayanak noktaları zayıflatılmıştır.
ABD ve AB yönlendirmeli (A) Plânının Türkiye’yi kuruluş amacından uzaklaştırıp, yeniden Sevr benzeri bölünmeye yönelik olduğunun anlaşıldığı bu aşamada; Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu devlet modeline sahip çıkarak varlığını koruyabilmesi için emperyalizmin A plânına karşı, bölge ülkelerinin Sadabat Paktı benzeri bir dostluk yaklaşımı ile Türkiye’nin B plânı etrafında birleşerek kendilerini koruyacak, olası tehlikeler karşı güç birliği yaparak, dünyanın ortasında yeni bir güç merkez oluşturmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin bağımsızlığı ile Orta Doğu’nun bağımsızlığı aynı yaşamsal öneme sahiptir.
*
(1) 07.07.2006 günlü Cumhuriyet gazetesi, s.11.
(2) Anıl Çeçen, Türkiye’nin B Planı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2006, s.13. (konu ile ilgili geniş bilgi için bu makalenin hazırlanmasında geniş ölçüde yararlandığımız, Anıl Çeçen’in adı geçen kitabına bakılmalıdır.)
(3) Nitekim, Araştırmaca Yazar Uğur Mumcu, MOSSAD-Barzani ilişkisini gündeme getirdiğinde, arabasına yerleştirilen bomba soncunda 24 Ocak 1993 günü öldürülmüştür. Örneğin, Mumcu’nun 7 Ocak 1993 günlü yazısı “MOSSAD ve Barzani” başlığını taşımıştır. Uğur Mumcu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinde söz konusu yazının etken olduğunu açıklamıştır. (İsrafil K.Kumbasar, Yeniçağ gazetesi; 25-26 Mayıs 2006)
(4) Hüsnü Mahalli, 30.05.2006 Akşam Gazetesi.
(5) Anıl Çeçen, a.y.,y, s.366.
(6) Mahir Kaynak, Büyük Ortadoğu Projesi, Timaş Yayınları, 10. Baskı, İstanbul, 2005, s.14.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

"ULUSALCILAR DİK DURUR" Araştırmacı-Kemalist Yazar: HÜSNÜ MERDANOĞLU

ULUSALCILAR DİK DURUR
HÜSNÜ MERDANOĞLU


Aşağıdaki yazı; kamu yönetiminde uzun yıllar örnek hizmetlerde bulunduktan sonra, Ankara’da 6 Eylül 2003 günü toplanan Ulusal Güç Birliği (Yeniden Kuvayı Milliye) Kurultayının gerçekleşmesine emeği geçen, kişiliği Kuvayı Miliyle ruhu ile donanımlı olan “adam gibi adam” olma özelliklerini eksiksiz taşıyan, Kuvayı Milliye’nin iri ve diri olması için dik duruş gösteren ve 26 Kasım 2005 günü “Hakka yürüyen” İsmail Karaman’ın saygın anısı için yazılmıştır.

Yakın tarihimizde tanık olunduğu üzere; ulusal sorunlar karşısında insanlar birbirine zıt iki ayrı kişilik sergilemektedirler. Bunların bir grubu, teslimiyetçi ve yardakçı yaklaşım içinde olanlardır. Diğerleri ise özgüven sahibi, özgürlüğün anlamını ve önemini bilen, onurlu, geçmişi temiz olduğu için dik durabilen ulusalcı kişilerdir.

Ulusalcılar bilirler ki, teslimiyetçilikle ulusal sorunlar, ulus işleri çözümlenmez. Nitekim İstanbul işgal edildiğinde, işgal subaylarının Beylerbeyi Sarayı’nı ve Hidiv Köşkü’nü istemeleri karşısında, hüngür hüngür ağlayarak çaresizliğini sergileyen ve “Ne yapayım? Buna (yani düşmana karşı gelmeye) beşeriyet (insan) gücü, hatta peygamber gücü bile kâfi (yeterli) gelmez! Ulûhiyet kuvvetine (Allah’ın kudreti’ne) muhtacız” (1) diyen Padişah Vahdettin, düşmana karşı dik duranlara olmadık güçlük çıkarmıştır.

İşgale karşı dik durmayan baş yönetici padişah, Türk ulusunu sürü olarak nitelendirmiştir.(2) Ne var ki, Padişahın çobanlık yapacak gücü bile yoktur. Çünkü ona çobanlık yapanlar olmuştur. “Bir gün bir İngiliz trafik polisi, Saraya gitmekte olan Sultan’ın arabasını, trafik kurallarını çiğnediği için geri çevirmiştir.” (3)

Dış güçlerin karşısında kendi çıkarsal amaçlarını güden dış beslemeli, ulusal inanç yoksunu kişiler, özgüvenden o denli yoksundurlar ki, tüm beklentileri dış güçlerin kendilerine sunacağı çıkarlar olduğu için, dış güçlere yararlanmak çabası içinde olurlar. Onlar, tüm inançlarını dış güçlere odakladıklarından, ulusal sorunlara karşısında dik durmaya inandırmak oldukça güç olur.

Bu gibiler, Mustafa Kemal Paşa ile gazeteci Refii Cevat’ın görüşmesini anımsatırlar.

Şöyle ki, Mütareke sürecinde Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçmek için bir yandan fırsat yaratmaya çalışırken bir yandan da, Anadolu’da kuracağı örgütün alt yapısını hazırlamaya çalışmıştır. Bu bağlamda; gazeteler ile söyleşiler yaparak kamuoyu oluşturmayı da ihmal etmemiştir. 4 Şubat 1919'da, Alemdar gazetesi muhabiri Refii Cevat'ı Şişli’deki evine çağıran Mustafa Kemal Paşa, aykırı görüşlerini bildiği bu gazeteciyle bir söyleşi yapmıştır. “İttihatçı” suçlamalarını gidermek için, İttihatçıların baş düşmanı bu gazeteciyle yaptığı bu söyleşide, görüşlerini aktaran Mustafa Kemal Paşa, söyleşi bittiğinde, "Vatan, içine düştüğü felaketten nasıl kurtulur, bağımsızlığına nasıl kavuşur diye bir soru sormanızı is¬terdim" demiştir. "Vatanın kurtarılmasının en uzak bir ihtimalle bile müm¬kün görmediğim için, böyle bir soru sormadım" yanıtını alması üzerine, aralarında kalmak koşuluyla; "İmkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bugün, herhangi bir örgütçü, Anadolu'ya geçer de milleti silahlı bir di¬renişe hazırlarsa, bu ülke kurtulabilir" açıklamasını yapmıştır. Ancak işgalciler karşısında dik duramayan Refii Cevat, bu açıklamaya inanmamış ve Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde Kuvayı Milliye’yi en ağır dille eleştirmiştir.

Ulusal inançlarını yitirmiş olanlar, o denli kişiliklerini yitirmiş olurlar ki, yasal görevlerini yerine getirmiş olanların dış güçler tarafından cezalandırılmasına seyirci kalırlar ve Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in başına gelenleri anımsatırlar.

Yozgat Mutasarrıf vekili ve Boğazlayan Kaymakamı olan Kemal Bey, Çarlık Rusya’nın desteğinde Sivas’a dek ilerleyen ve onca kıyımlar yapan Ermenilerin giderek artan baskıları üzerine, zamanın İstanbul Hükümetinden bir şifreli emir almıştır. Bu emirde; mutasarrıflığının sınırları içinde bulunan Ermeni’lerin, 24 saat içinde Suriye yönünde yola çıkarılması yazılıdır. Doğal olarak, Kemal Bey bu emir doğrultusunda, işlem yapmış, üstelik yola çıkarılan Ermenilerin güvencede olmaları için güvenlik ve sağlık önlemlerini de almıştır. Ne var ki, İstanbul'un işgalinden sonra, işgalcilere karşı dik duramayan Damat Ferit Hükümeti, Kemal Bey'i, kendisine verilen görevi yerine getirmiş olmaktan dolayı yargılatmış ve sonuç olarak da idam hükmüne çarptırmıştır. Hükmün gerçekleştirilmesi aşamasında, Kemal Bey’e son sözü sorulduğunda yanıtı; “.... Yabancı ülkelere yaranmak için beni asıyorlar.” olmuştur. Bu sözler, İşgal altında bulunan İstanbul’un ve Damat Ferit Hükümetinin durumunu özetleyen tümcelerdir.(4) Kemal Bey’in 10 Nisan 1919’da idam edilmesi üzerine, cenaze törenine, protesto için kimi subaylar da katılmıştır. Ne var ki, bu subaylar, Alemdar gazetesinde Refii Cevat imzasıyla protesto edilerek, bir hayduttun cenazesine katılan subayların yakalanarak yargılanmalarını (5) savunarak işgalcilere yaranma yarışının başladığının bir göstergesi olmuştur.(6)

Ulusalcılar, emperyalizme uşaklık yapmanın ve bu uşaklık sonucunda işgale uğrayan ülke insanının ne denli kıyıma uğradığını bilirler.

Ulusalcılar;

Aziziye İstasyonunda trenden indirilen yüz otuz kadar Türk’ün kadınlarına, kocalarının önünde tecavüz edildiğini, Akhisar’da Halil Paşa ve beş arkadaşının vücutları ikiye ayrılıp, kulak ve burunlarının kesildiğini, gözlerinin oyulduğunu, Yunanlılar tarafından öldürülen on beş Türk kadının cesedinin Gediz Çayı yöresinde bulunduğunu, Aydın’ın işgali sırasında ikibini aşkın Müslüman’ın öldürüldüğünü, Türk kadınlarının namuslarının kirletildiğini; halka Venizeleos’un resmi altında geçit resmi yaptırdıklarını, İzmir ve yöresinde henüz sünnet edilmemiş erkek çocukların Rum oldukları iddiası ile zorla kiliselere alınıp papazlara teslim edildiğini, ölümden kurtulan halkın göçe zorlandığını, yerinde kalan halkın bağ ve bahçeye gitmelerinin engellenerek açlığa terk edildiğini, işgal edilen yerlerdeki halkı camilere doldurup, birçoğunu öldürdükleri ve birçoğunu yaraladıklarını, Türklerin canlı canlı ağaca asılarak altlarında ateş yakıldığını, ezan okutmayıp halkın namaz kılmasının engellendiğini, evlerden ve camilerden değerli eşyaların çalındığını, Gemlik halkından yetmiş yaşında bir kadına, halk önünde onbeş Yunan askerinin tecavüz ettiğini, Uşak ve yöresinde Müslüman mezarlarının kazılarak çıkarılan cesetlerin başlarını keserek Rum çocuklara verip başlar ile top oynatıldığını, yüksek miktarlarda taşınabilir, mal, malzeme ve kıymetli eşyanın Yunanistan’a götürüldüğü gibi birçok kıyım yapıldığını (7) unutmazlar.

Yine ulusalcılar, bilirler ki, Türk insanını bu ve benzeri kıyımlardan, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kurumlaşan Kuvayı Milliye örgütünün kurtardığını bilirler ve unutmazlar.

Ulusalcılar durumdan görev çıkararak, ulusal çıkar doğrultusunda çaba içinde olurlarken, ulusalcılıktan uzak olanlar yaklaşan tehlike karşısında güçlüye yaranma yarışı sergilerler. Nitekim günümüzde, Kuvayı Milliye oluşumunu sıradan bir “çete” örgütü gibi görmek isteyen ulusal bilinçten uzak kişiler kervanına, “Kemalizm ile hesaplaşmak” isteyenler de katılmıştır.

Onların bu davranışları, 24 Mayıs 1919 günü Akhisar işgal olunduğunda, caddelere asılan Yunan bayrakları arasında, yerli Rumların yanına sokularak, işgalci Yunanlılar karşısında, yaşamını ve malını güvenceye alma hesabını yapan dalkavuklukları(8) anımsatmaktadır.

Unutulmamalıdır ki; “Vicdan ve namus erbabı karşısında fiilen mevcudiyet gösterebilmek, milletin güvenini kazanmış namuslu kişilere aittir. Hali, mazisi kirli işlere bulaşmış olan¬ların satılmış vicdan ve mevcudiyetleri ancak kahır ve yok olmaya layıktır."(9)

Ulusalcı kişiliğe sahip olanların ortak özeliliği; kirli işlere karışmamış oldukları için geçmişleri temizdir ve emperyalizm karşısında dik dururlar.

Yine unutulmamalıdır ki, Kuvayı Milliye’nin kurumlaşması sürecinde, “henüz bu millet ölmedi” diye işgalcilere karşı haykıranlar olduğu gibi, “topal eşek ile kervana karışılmaz” yaklaşımı sergileyen, ümitsizler de bulunmakta idi.

Sonuçta, geçmişi temiz öncülerin, emperyalizm karşısında sergiledikleri dik duruş sayesinde “kağnı kamyonu yenmiştir”.

1 Yılmaz Çetiner, Son Padişah Vahideddin, Doğan Kitaplar, 13 üncü Baskı, İstanbul, 2003, s.78.
2 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, İkinci Kitap, 4. Baskı, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1971, s.215.
3 Paraşkev Paruşev Atatürk (Demokratik Diktatör), e yayınları, 1973, s.226.
4 Tevfik Çavdar, "Milli Mücadelede Siyasal Katılımın Oluşumu Açısından Direniş ve Gösteriler" (Amme İdaresi Dergisi, C:4. Sayı;4,) s.48-50.
5 Çetin Yetkin, İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri Başlangıçtan Atatürk’e, Otopsi Yayınları III. Cilt, İstanbul, 2003, s.,811.
6 Ulusal Kurtuluştan sonra, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, tüm ulusalcıları olduğu gibi Kemal Bey’i de unutmamış ve ailesine Genel Bütçe’den aylık ödemiştir. (Örneğin 1341 (1925) yılı Genel Bütçe Kanununda, Kemal Bey’in eşi ve yakınları için 25 lira ödenek ayrılmıştır. 3. Tertip Düstur, Cilt;6, s.443.
7 Arşiv Belgelerine Göre Balkanlar’da ve Anadolu’da Yunan Mezalimi, T.C.Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşiv Dairesi Başkanlığı Yayını, Yanı No: 30, Cilt;II, Ankara, 1996.
8 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Öngün Yayınevi, İstanbul, 1981, s.71.
9 Mustafa Kemal Paşa'nın Milli Savunma Bakanı'na gönderdiği 22 Temmuz 1919 günlü telgraf, Atatürk'ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:3, s., 180.

"KUVAYI MİLLİYE YAŞIYOR" Araştırmacı-Halkbilimci, Kemalist Yazar: HÜSNÜ MERDANOĞLU

KUVAYI MİLLİYE YAŞIYOR
Araştırmacı-Halkbilimci, Kemalist Yazar: 
HÜSNÜ MERDANOĞLU

Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşında Almanların yanında yer alan ve savaş sonunda yenilmiş sayılan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında, Mondros Ateşkesi' ni (30 Ekim 1918) izleyen günlerden itibaren emperyalist devletler tarafından paylaşım süreci ile birlikte, Anadolu'da ve Trakya'da bir arayış süreci de başlamıştır. Bu arayış; kurtuluşu gerçekleştirmek için devlete sahip çıkacak ulusal güçleri oluşturma arayışı idi. Henüz, Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) ve arkadaşları Anadolu yolculuğunu başlayıp halkı ulusal birlik yönünde örgütlemeye başlamadığı için, halk kendi ulusal sorununa çözüm arama arayışına girmiş dernekler (cemiyetler) kurup kongreler düzenleme çabası içinde direnme hazırlığı içinde olmuşlardır. O günün deyimi ile "Kuvay-ı Milliye" olarak anılan ve günümüz Türkçecinde "Ulusal Güçler" anlamını içeren bu direnme güçleri, her geçen gün birbirlerine kenetlenip büyüyerek, Atatürk'ün başkanlığında birleşmişler yöresel kongreler, Erzurum ve Sivas ulusal kongrelerine, yöresel dernekler de Müdafaa¬i Hukuk derneklerine dönüşerek, düzenli orduyu doğurmuş böylece ulusal kurtuluşun gerçekleşmesi sağlanabilmiştir

Ulusal Kurtuluş Savaşımız sürecinde dört ayrı güç oluşmuştur. Bunlardan birisi Mondros paylaşım antlaşması ile ülkeyi paylaşma sürecini başlatan İşgal Güçleri (Kuvay-ı İşgaliye), işgalci güçlere karşı koymak için örgütlenen Ulusal Güçler (Kuvay-ı Milliye), Kuvay-ı Milliye'nin başarısını engellemeye çalışan işgal güçleri ve onlara yardım eden İstanbul Hükümeti tarafından kurulan Hilafet Ordusu (Kuvay¬ı İnzibatiye) ve Kuvay-ı Milliye'nin düşmanı cephede karşılayacak güç ye disipline kavuşması ile oluşan, Kuvay-t Milliye'nin de içinde yer aldıgı Düzenli Güçler (Kuvay-ı Nizamiye) dir. Elbette emperyalist güçleri yurttan atan güç, düzenli güçler (düzenli ordu)dir. Ancak, düzenli orduya her yönü ile destek veren etken, Kuvay-ı Milliye'dir.

Bu bağlamda Kuvay-ı Milliye (Ulusal Güçler); Ulusal Kurtuluş (Bagımsızlık) Savaşımızda (Milli Mücadele'de), ulusal bağımsızlığın kazanılması koşullarında kendine bir görev edinen; bu görevi hiç¬bir kişisel çıkar düşünmeden, canını tehlikeye atarak yapan; kadın-erkek, genç-yaşlı, varsıl-yoksul, asker¬ sivil, işçi-memur, imamından müderrisine dek her kademedeki din adamı, köylü-kentli ve diğerleri ol¬mak üzere işgalci güçlere karşı direnenler ile bu onurlu görevde, askerlere su ve ayran veren, sırtında mermi taşıyan köylü kadından, düşmanın bulunduğu yeri bildiren çobana, kayığı ile Anadolu'ya insan ve malze¬me taşıyan kayıkçıdan, istiklal (bağımsızlık) yolundaki kağnı komutanına, dağdan düze inen efeden, iyi ve kötü haberi telleyen telgrafçıya, rütbesiz erden, başko¬mutana dek görev üstlenen güçlerin genel adıdır. B u yönü ile Kuvay-ı Milliye; emperyalistlerin işgallerine, saldırılarına ve cinayetlerine karşı koyan Anadolu ve Trakya halkının özgü onur uğraş verenlerin adıdır.

Emperyalist güçlerin ve onun kontrolündeki İstanbul Hükümetinin, başta iç isyanlar olmak üzere çok çeşitli engelleme girişimlerine karşın, Kuvay-ı Milliye'nin ülke genelinde örgütlemesini gerçekleşti¬ren Atatürk, birçok konuşmasında, Kuvay-ı Milliye'¬nin amacını, Kuvay-ı Milliye'nin parolası niteliğinde olan; "Kuvay-ı Milliye'yi amir, irade-i Milliye'yi hakim kılmak" yani; ulusal güçleri etken, ulusal iradeyi egemen kılmak anlamında vurgulamıştır. Kuvay-ı Milliye özünde, "bütün dünya kurtuluşuna tarihin en büyük, en şerefli, en şanlı hizmetini yap¬mak" (1) yatmaktadır. Yalnız Türkiye'nin değil, bütün dünya insanlarının kurtuluşuna örnek olacak özellik¬teki ulusal Kurtuluş (Bağımsızlık) Savaşını gerçekleş¬tiren Kuvay-ı Milliye için "düşman" belidir. O düş¬man: Kuvay-ı Milliye'nin yayın organı olan Hakim¬yet-i Milliye Gazetesinde; "En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış bir saltanat halinde bütün dünyaya egemen olan 'kapitalizm' afeti ve onun çocuğu olan 'emperyalizm"' (2) şeklinde açıklanmıştır. Yine Atatürk tarafından, Kuvay-ı Milliye koşullarında söylenen şu sözler, Kuvay-ı Milliye'nin amacını ve hedefini vurgulaması yönünden oldukça anlamlıdır: "Türk'ün haysiyeti, onuru ve yetenek¬leri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!... O halde, ya istiklal ya ölüm!” (3) Onurlu yaşamak için, Kuvay¬ı Milliye ruhu taşıyanların ölümü göze alanlar sayesinde ulusal bağımsızlığımız sağlanmış, ancak bu uğurdu, her aşamada şehitler verilmiştir. Sadece bir örnek vermek gerekir ise; Kastamonu' nun çıkış kapısı olan Kışla Önü 'nde 1921 kışında yol kenarında duran, öküzleri geviş getiren bir kağnı arabası görül¬müş, kağnının yanına yaklaşan görevliler, kağnı üzerindeki cephaneyi korumak için kollarını germiş bir durumda donarak ölmüş olan, Seydiler Köyü'nden kahraman bir kadının cesedi ile karşılaşmışlarladır.(4)

Kuvay-ı Milliye harcamalarının karşılamasında çok güçlükler çekilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıp düzenli ordu kuruluncaya dek, giderler yöresel derneklerden, özellikle Müdafaa-i Hukuk derneklerinden karşılanmıştır. Ancak, Ankara Hükü¬metinin denetiminden uzak bölgelerde keyfiliğe kaçan, zorla para toplama uygulamaları da görülmüştür. Halktan zorla para toplamak yöntemi her şeyden önce, Kuvay-ı Milliye'nin amacı ile çeliştiği için, konuya bir yasallık kazandırmaya yönelik olarak, "nakdi ve ayni teberru" (para ya da mal bağışı) adıyla, halk Kuvay-ı Milliye için para ve mal vermeye yükümlü tutulmuşlardır. Ne var ki, bu yöntem de yöresel farklılıklara neden olmuştur. TBMM' nin açılışını izleyen ilk günlerde, ayni ve nakdi teberru yöntemine son verilmesi gündeme gelmiş, konu ile ilgili olarak Milli Savunma komisyonu Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak); "... Sorurnsuz kişilerin topladıkları yardım yerine, Maliye Bakanlığınca bir gelir kaynağı bulmak suretliye Kuvay-ı Milliye'nin iaşe işleri düzenlenirse, cephelerin savunulması daha başarılı olur..." demiştir. Sonunda, Büyük Millet Meclisinin 16 Mayıs 1920 tarihli ve 7 sayılı kararı yayımlanmıştır. Bu belge şu hükümleri içermektedir. "Kuva-yı Milliye'nin umu¬miyetle Müdafaa-i Milliye Teşkilatı'na rabtı suretiyle tevhidi ve buna göre tanzim edilecek bütçenin tertibi derdest olduğundan bunun neticesinde i'aşe ve infakın kami1en emvali umumiyeden temin edilmesine karar verildi. Bu kararın icrasına Müdafaa-i Milliye ve Maliye vekaletleri memurdur."(5) Günümüz Türkçe'si ile; "Kuvay-ı Milliye'nin Milli Savunma Bakanlığına bağlanarak. birleştirilmesi ve ihtiyacı olan giderlerin tamamen hazineden karşılanmasına karar verilmiştir." denilen bu belgenin altında Büyük Millet Meclisi Başkanı (Reisi) olarak Mustafa Kemal imzası olduğu gibi, dönemin Bakanlar Kurulu'nu oluşturan kişilerin de imzaları bulunmaktadır. Kuvay-ı Milliye'nin Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmasının nedenine Mustafa Kemal Paşa'nın şu sözleri açıklık getirmek¬tedir: "Kuvvet, kesinlikle her türlü emre uyan, tam disipline sahip ordu durumunda bulunandır. Ül¬keye ve ulusa zarar vermeyecek kuvvet ancak o'dur. Oysa, bizim için güç kaynağı m illettir. Milletin zararına neden olan ve tiksindiren bir kuvvet elbette amacın derhal çökmesine neden olacak bir kuvvettir. Ülkenin her cephesinde ve merkezinde bu nitelikte ordu kurmaya çalıştık. Çok şükür bugün başarılarını görmekteyiz ve daha göreceğiz. Fakat batı cephesinde, işte Kuvay-ı Milliye diyoruz, oysa hepimiz Kuvay-ı Milliyeyiz. Biliyorsunuz Ordu Kuvay-ı Milliyedir."(6)

Söz konusu belgenin ortaya koyduğu gerçek; Kuvay-ı Milliye'nin ihtiyaçlarının karşılanması için Milli Savunma Bakanlığı'na bağlandığıdır. Yoksa Kuvay-ı Milliye'nin ne adı değiştirilmiş ne de Kuvay¬ı Milliye dağıtılmış-kapatılmış değildir. Kuvay-ı Milliye canlılığını korumak için güvenilir bir kurumun koruması altına alınmıştır. Kuvay-ı Milliye'nin, Mili Savunma Bakanlığı'na bağlandıktan sonra, bir örgüt olarak varlığını sürdürdüğünün kanıtı; Kuvay-ı Milliye'nin Milli Savunma Bakanlığı'na bağlandıktan sonra da (16 Mayıs 1920 gününden sonra), Mustafa Kemal Paşa'nın imzasını içeren bir çok belgede, "Kuvay-ı Milliye" deyiminin kullanılmış olmasıdır. Örneğin; 8 Haziran 1920 günü Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal imzası ile Ereğli Müdafaa¬i Hukuk Başkanlığı'na gönderdiği yazıda, Fransız¬lar'ın, Ereğli'ye saldırmaları durumunda; "Ku vay¬i Milliye ile silahlı olarak mukavemet edin...:' denilmiş, yine Mustafa Kemal Paşa imzası ile 16 Haziran 1920 günü Antep (Ayıntap) Kuvay-ı Milliye komutanlığına resmi yazı yazılmış, (7) 27 Haziran 1920 günü TBMM Başkanı Mustafa Kemal imzası ile yayımlanan bildiride (tamimde), bölgesel Kuvay-ı Milliye örgütlerinin bağlı olacakları birlikler duyu¬rulmuştur.(8) İz1eyen günlerde de "Kuvay-ı Milliye" deyimi kullanılmıştır. Her ne kadar 14 Eylül 1920 de, "BMM Başkanı Mustafa Kemal" imzası ile Mili Savunma Bakanlığı'na (Erkan-ı Harbiye Umumi Vekaleti'ne) yazılan yazı da ve 18 eylül 1920 günlü Bakanlar Kurul Kararında (Heyeti Veki1e Kararı) Kuvay-ı Milliye'nin kaldırıldığı ifadeleri kullanılmış ise de, kaldırılan Kuvay-ı Milliye değil, Kuvay-ı Milliye komutanlıklarıdır. Nitekim, BMM Başkanı Mustafa Kemal imzası ile Demirci Mehmet Efe'ye gönderilen 23 Ekim 1920 günülü yazıda; "Kuvay-ı Milliye Kumandanı Demirci Mehmet Efe'ye" ifade¬leri ile hitap edilmiştir. Yıne TBMM Başkanı M.Kemal imzası ile 16.12.1920 günü Yozgat Ulusal Güçler komutanına gönderilen yazıda "Maraş Kuvayı Milliye Kumandanı Hasan Efe"den söz edilmiştir.(9)

Kuvay-ı Milliye örgütünün varlığına son verilmediğinin belki de en önde gelen kanıtı; Mustafa Kemal Paşa'nın 29 Aralık 1920 günü, Çerkez Ethem sorunu nedeniyle, BMM gizli oturumunda yaptığı konuşmasıdır. Atatürk bu konuşmasında; "Bakanlar Kurulu genel olarak Kuvay-ı Milliye'nin kaldırıl¬masına karar vermiş değildir. Antep'de mücadele eden Kuvay-ı Milliye'dir. Adana ve Mersin cephe¬lerinde mücadele edenler Kuvay-ı Milliye'dir. Dolayısıyla, böyle kuvvetlerin kaldırılmalarına karar verilmiş değildir."(10) diyerek konuya kesin bir biçimde açıklık getirmiştir.

Dipnotlar
(1) Kurtuluş Savaşımız koşullannda Atatürk'ün denetiminde yayımlanan ve Atatürk'ün kaleminden çıktıgından kuşku duyulmayan bu tümce 15 Temmuz 1920 günlü, Hiikimiyet-i Milliye Gazetesinde yayınlanmıştır. Hadiye Bolluk, Kurtuluş Savaşı'nın Ideolojisi, Kaynak Yayınlan, Istanbul 2003, s., 68-70.
(2) 20 Temmuz 1920 günlü. Hiikimiyet-i Miııiye Gaze¬tesinden aktaran, Hadiye Boııuk, Kurtuluş Savaşı'nın Ideolojisi. Kaynak Yayınlan, Istanbul 2003, s., 71-73.
(3) Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1998, s.9-1O.
(4) Aktaran, Fevziye Abdullah Tansel, Kurtuluş Savaşı'nda Kadın Askerlerimiz, Cumhuriyet Gazetesi Yayını, Istanbul, 2001, s.98.
(5) Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1922), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlügü, yayını, Başbakanlık Basımevi, Anara, 2003, s.158.
(6) Atatürk, 29 Aralık i 920'te TBMM'de yaptıgı gizli konuş¬ma, Hazırlayan ıbrahim Sildi Öztürk,I 'inci TBMM'nin Gizli Oturumunda Atatürk'ün Konuşmaları, Ankara Ticaret Odası Yayınlan, Ankara, 2004, s, 157-158.
(7) Atatürk'ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt8, s.297 ve 322. ¬
(8) Atatürk'ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:8, s.367. Bu durumda; Düzenli orduya geçilmesiyle ya da emperyalist güçlerin yurdumuzdan çıkanlması ile Kuvay-ı Milliye dagılmış degildir. Kuvay-ı Milliye, ordumuzun koruması altında varlığını sürdürmektedir. Milli Savunma Bakanlığının görev ve teşkilatını düzenleyen, yürürlükteki 1325 sayılı Kanunun 6. maddesi; "Silahlı Kuvvetler hizmetlerinin tam bir bütünlük ve beraberlik içinde yü¬rütülmesi amacıyla Milli Savunma Bakanlıgı, Genel¬kurmay Başkanlığı ile sıkı bir işbirliği ve beraberligi içinde çalışır." hükmünü içermektedir. Yine yürürlükteki Anayasamızın 117. maddesi de; "Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup, savaşta Başkomutan görevini Cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir."
hükmünü içermektedir.
(9) Atatürk'ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, Cilt:9, s.339 ve 355., Cilt: 10, s. 1 70.
(10) Atatürk'ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınlan, Cilt:lO, s.216.

19 Mayıs 2018 Cumartesi

MUSTAFA FİLMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ, Gazeteci, Araştırmacı - Yazar: HÜSNÜ MERDANOĞLU

MUSTAFA FİLMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Sözde, ağırlıklı olarak Atatürk’ün ”insan” yönünün işlendiği izlenimi verilerek, 29 Ekim 2008 günü gösterime giren “Mustafa” adındaki film, çok eleştirildi, çok tartışıldı ve tartışmalar halen sürmektedir. Internet gibi günümüz teknik olanaklarının da yardımıyla söz konusu filme yönelik eleştirileri izlemek kolay oldu. Ancak söz konusu eleştirilerde birbirinden oldukça farklı yaklaşımları kavramak pek de kolay olmadı. Çünkü bu konudaki eleştiriler ak ile karanın çelişkisi gibi farklılıklar göstermetedir. Anılan filme yönelik eleştirileri izlendikçe, inceledikçe; “aydın” görünümlü kişilerin, belli bir konuda ne denli aykırı düşündüklerini izlemek oldukça düşündürücü oluyor. Bu bağlamda, “Mustafa” filmi ile ilgili kimi eleştirilere değinmeyi, Atatürk’ün doğru anlaşılmasına katkı olması anlamında, görev olarak görmekteyim.

“Mustafa” Filminin İçeriği
Yapımcısı Can Dündar olan film, “Mustafa” adını taşıyor. Başarısı ve dehası yendiği düşmanlar tarafından bile takdirle karşılanan, yalnız Türk tarihinde değil, dünya tarihinin bile benzerine rastlanamayan devlet kurucusu “Mustafa Kemal Atatürk” olarak bilinen bir kahramanın adının “Mustafa” olarak anılmasının nedenini film izlendiğinde anlamak mümkün olmaktadır.

Filmde, Atatürk’ün insan yönünü işlendi görünümü altında, kahve ve rakıyı çok içtiği öne çıkarılarak, yakınlarını bile harcayacak kişilikte olduğu izlenimi verilerek, Atatürk’e sinsi bir saldırı yapılmakta böylece; Atatürk’ün kamuoyundaki saygınlığını sarsılmasına, sıradışı duruma getirilmesine çalışılarak psikolojik savaş yöntemi uygulanmıştır.

Kemalist Büyük Türk Devrimi’nin gerçekleşmesi sürecinde, medreselerin kapatılması, Atatürk’ün mahalle mektebinde hocasından yediği dayağın intikamı olarak vurgulanmakta böylece, film yapımcısı Atatürk’ün devrimci kişiliğini örtülü olarak yadsımakta, yer yüzünde gerçekleşen diğer devrimler içerisinde insan onuru ile en çok örtüşen Kemalist Büyük Türk Devriminin içeriğini yönelik kin ve nefreti filme yansıtmaktadır.

Çankaya’da Atatürk’ün gözetim ve denetiminde düzenlenen akşam sofralarında karatahta bulundurulduğunu dikkate almayarak, bu toplantıların eğitsel ve karşılıklı bilgi alışverişi olduğunu görmezden gelen film yapımcısı, bu yemekli akşam toplantılarını bir eğlence toplantıları olarak yansıtmakla, Atatürk hakkında olumsuz düşünmeyi görev edinmiş art niyetlilere malzeme verme görevini yerine getirmetedir.

Kemalist Büyük Türk Devletinin ilk anayasası olan 1921 anayasasında yer alan ve günümüz il İdaresinin görevlerini içeren “Vilâyet şûraları vilâyetler halkınca müntahap âzadan mürekkeptir.” hükmü doğrultusunda Atatürk’ün yaptığı açıklamalar, belli bölgelere özerklik verilmesi olarak çarpıtılmakta, Atatürk’ün çok partili yaşam için yaptığı girişim ve çabaları örtülerek, Atatürk’ün dini, din tacirlerinin elinden kurtardığı saklanıp, din karşıtı gibi gösterilmekle, aynen emperyalist güçler paralelenide, Atatürk karşıtlarının ekmeğine yağ sürülmektedir.

Yandaşı köşe yazarlarınca kamuoyuna “Atatürk uzmanı” olarak dayatılan film yapımcısı Can Dündar; “Tekalif-i Milliye Emirleri” olarak bilinen ve Sakarya Savaşı öncesinde, savaşın önemini halka yansıtmak için yayımlanmış olan ulusal emirleri, Büyük Taarruzu öncesi yayınlandığını belirtmesi gibi temel yanlışlıklar, film hazırlığının gelişigüzel yapıldığını, asıl amacının; Atatürk’ü yargılamak olduğunu ortaya koymaktadır.

Filmde işlenen olumsuzluklar kadar, daha da yıkıcı olan ise; sanki bu güne dek bir “resmî ideoloji” yaratılmış ve Atatürk ile O’nun devrimleri bu ideoloji doğrultusunda anlatılmış gibi oldukça ulusal yönden olumsuz bir izlenimin uyandırılmasına yönelik çaba içinde olunmasıdır.

Kimi Eleştiriler ve Çelişkiler
“Mustafa” filmine yönelik eleştiri ve değerlendirmeler, birbirinden oldukça farklı, aykırı ve çelişkilerle dolu gelişti.

Filmi beğenenler düşüncelerini;
“Filmde ruh vardı”, “muhteşemdi”. Film yapımcısı “takdir edilmesi gereken gazetecilik başarısı” gösterdi. Film “Atatürk üzerine yapıla gelmiş en iyi belgesellerin başına gelip yerleşti”, “Mustafa filmi Can’ın belgeselciliğinin taçlanmış bir örneği” diyenler, filmin “adeta hûşû içinde, nefes almadan ve çıt çıkarmadan izledi” şeklinde belirtmişlerdir.i

”Atatürk karşıtlarının görüşlerine ağırlık verilmiş... Yanlış olmuş”, ”hiç tutmadım”. ”Uzun zamandır bu kadar sıkıldığım bir film olmamıştı” diyenler, ”Belirli düşüncelerin araya yerleştirilmesi suretiyle olumlu olmayan bir Atatürk çizgisi çizme peşinde” olduğu, “Mustafa’yı izlerken değil ağlamak, sıkıntıdan ayaklarım uyuştu... Biyografi deseniz değil, çünkü Atatürk’ün hayatından bazı önemli kareler yok. Kopukluklar had safhada, kurgu, canlandırma çekimleri çok başarısız. Yeni mezun bir öğrencinin eseri olsa daha olumlu, teşvik edici sözler söylenebilir ama ‘Ben belgeselciyim’ diyen biri, profesyonel biri, bir gazeteci yani Can Dündar sınıfta kalmış sayılır” diye vurgulayanlar, filmi “başarısız” bulanlar olduğu gibi film yapımcısının “örtülü işbirlikçi” olduğu üzerinde duranlar da olmuştur.

“Mustafa” filmine yönelik bir başka yaklaşım şu satırlara yansımıştır;
“Türkiye içinde iki türlü işbirlikçi var; bir kısmı açık açık, ‘Biz de Cumhuriyet’e, Atatürk’e, Lozan’a, sosyal ve laik hukuk devletine karşıyız’ diyorlar. Laflarını sakınmıyorlar. Buna karşılık elit ve entelektüel kimlikli çevrelerdeki ‘aydınımsı’ Batıcılarımız ise oyunu farklı oynuyorlar; haktan (ve halktan) yana görünüp emperyalizmin işine yarayacak her türlü malzemeyi üretiyorlar. Ben bunlara ‘örtülü işbirlikçiler” adını taktım. Her yerde karşımıza çıkarlar; iş çevrelerinde, akademik çevrelerde, sanat çevrelerinde Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü sever görünüp el altından sömürgecilerin bayıldıkları ürünleri onlara teslim ederler.”

“Emperyalizmi Anadolu’dan kovan Atatürk kimliği yerine karga kovalayan bir çocuk sergileniyor. Sen misin “yedi düveli” kovalayan kahraman, al sana, karga kovalayan bir figür sokarım kafalara dercesine…ii

Turgut Özakman’ın Değerlendirmesi
Mustafa filimi ile ilgili olarak yapılan tartışmalar bağlamında 13 Aralık 2008 akşamı 32 programına katılan, “Şu Çılgın Türkler” yapıtının yazarı Sayın Turgut Özakman, “tashih edilmelidir” demekle yetinip, “bu film olmamış, Atatürk’ü gereği gibi anlatmıyor, derhal gösterimden kaldırılmadır.” Dememiş olması, başta bu satırların yazarı olmak üzere Kemalistleri üzmüştür.

Gerçi sonraki günlerde Sayın Özakman, Cumhuriyet gazetesinde konuyu yönelik düşüncelerini yazıya dükmüş, bu yazı içeriğinde şu eleştirilerdi bulunmuştur; iii

Mustafa’da genel bir tema yok,
Emperyalizmden hiç söz edilmiyor. Emperyalizm yok sayılarak yakın tarihimiz nasıl anlatılabilir ve anlaşılabilir?

Anadolu yanıp yıkılıyorken hiç acımıyor, kızmıyor. Zaferlere hiç sevinmiyor, coşmuyor. Düzayak, tekdüze bir seslendirme.

Gerçekleri bilim ahlakı ve anlayışıyla araştırıp saptayanlar için başka başka Atatürk olmaz.

Maksatlılar, niyeti bozuklar, bilgisizler, gafiller, aptallar, hainler Atatürk’ü kendilerine göre anlatmaya çabalıyorlar.

Doğumundan ölümüne kadar gittikçe büyüyen bir tane Atatürk vardır! Ötesi fasa fisodur.

Ne kadar sevgisiz bir işleyiş.
Koca bir hayatın içinden cımbızla birkaç cümle, birkaç ayrıntı seçip de bunları bir karakterin anahtarı diye ileri sürmek de sansür kadar akla ve ahlaka aykırı bir davranış olur.

Mustafa filminin bazı sahnelerinde, bir milletin tarihi boyunca en çok saygı duyduğu, arkasından en çok ağladığı bir kahramanın anısı ve saygınlığı, yaralanıyor, incitiliyor.

Filmdeki bu ruhsuzluk, Atatürk’ü küçültmeye, Milli Mücadele’yi önemsizleştirmeye, Cumhuriyet’i yermeye çalışan kafa ve kalemleri sevindirmiş, memnun etmiş görünüyor.

Milleti yaşasın diye ölüme atılan Sakarya ordusundan bir karecik bile yok.

Film neredeyse baştan aşağı yanlış. Hayret kere hayret!
Sayın Özakman’ın bu haklı eleştirileri içinde yer alan bir başka eleştirisi de; Mustafa filmi yapımcısının “zaman zaman yeni türbinlere oynandığı izlenimi” vermiş olmasına yönelik olmuştur.

Ne var ki, Sayın Özakman, bu denli eleştirdiği filme yönelik kimi beğenisini de; “Çekimler güzel, bazı yerlerde çok güzel, kurgu ustaca, teknik olanaklar akıllıca kullanılmış. Yerli, yabancı arşivlerden yararlanılarak etkili siyah-beyaz otantik filmler, fotoğraflar sağlanmış. Bu önemli, değerli bir başarıdır” cümleleri ile dile getirmiştir.

Filmin temel içeriğine yönelik onca olumsuzluklar karşısında bu övücü cümleler karşısında akla; “Emperyalizmin yanında (ve hizmetinde) sanat ve bilim olur mu?” sorusu gelmektedir.

Sonuç
Atatürk’ün kurduğu partide uzun yıllardır genel başkanlık yapan Deniz Baykal da, “Mustafa” filmini beğenmeyenler arasında yer almış ve “Atatürk kendi döneminin tüm liderleri diktatör olduğu halde bu yönde hiçbir eğilimi olmayan bir lider” olduğunu vurgulamıştır. Ne var ki, yıllarca siyaset ve çeşitli bakanlık koltuğunda bulunmuş olan Deniz Baykal, Atatürk’ün hak ettiği saygınlıkla tanınıp anlaşılabilmesi için bir yapıt önerememiştir. Aynı şekilde, Kültür Bakanlığı görevinde bulunmuş olan Fikri Sağlar; “Resmi tarihin dışına çıkan, eleştiren ama çarpıtmayan, ‘Mustafa’ filmi ‘muhteşemdi.’ Diyerek görüşlerini açıklamış, o da kendi bakanlığı döneminde ortaya konulan Atatürk ile ilgili bir ya da birden çok baş yapıt özelliğinde kaynak önerememiştir.

“Yönetmenin çabasını Atatürk’ü anlatma gayreti olarak takdir etsek de yöntemi dolayısıyla filmin yanlış anlama, çarpıtma ve kitlelerin gözündeki Atatürk imajını haksız bir şekilde tahrip etme işlevi görmekten kurtulamadığını belirtmemiz gerekmektedir ”iv eleştirisinde bulunan Atatürk Araştırma Merkezleri, kendilerinden, İnkılâp Tarihi Enstitüleri gibi arşiv ve bilgi bakımından zengin kuruluşlardan yararlanılmadığını da belirterek, film yapımcısının Atatürk’ün gerçek kimlik, kişilik ve yapıtlarını kamu oyuna yansıtmak yerine, kendi vermek istediklerini öne çıkarma gayreti içinde olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.

Asıl ortaya konulması gereken ise; hainin ne zaman ortaya çıkacağı ve hiçbir hainin “ben hainim” demeyeceği gerçeğinden hareketle, başta Atatürk olmak üzere ulusal değerlerimizin kamu oyunda hak ettikleri saygınlıklarını korumaları için eldeki belge ve bilgiler doğrultusunda güvenilir yapıtların ortaya konulması olmalıdır.

Unutulmamalıdır ki Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin birleştirici unsurudur. Bu unsura yönelik saldırı, aslında birlik ve bütünlüğe yönelik saldırıdır.

YEŞİL İKEN KURUTULAN ÇINAR KÖY ENSTİTÜLERİ, Araştırmacı-Yazar, HÜSNÜ MERDANOĞLU

YEŞİL İKEN KURUTULAN ÇINAR KÖY ENSTİTÜLERİ

Köy Enstitülerinin içeriğinde yer alan “köy” sözcüğü ile at, ahır, bağ, bahçe gibi Köy Enstitülü öğrencilerinin o günün koşullarında eğitimlerinin bir bölümünü oluşturan ders konuları yanıltıcı olmamalıdır. Köy Enstitüleri günümüze dek varlığını koruyabilselerdi hiç kuşku duyulmasın ki, eğitim izlenceleri günün koşullarına göre düzenleneceği için, günümüz de yaşamının önemli bölümünü oluşturan, bilgisayar ve benzeri çağdaş araçların üretim ve yazılımının öncüleri de yine onların arasından çıkacaktı.

Giriş
Emperyalizmi yenmede ve devlet yaşamının her alanında uygulamaya koyduğu ilkelerle öncülüğünü kanıtlamış olan devlet kurucusu Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının geri kalmışlık zincirini kırarak, birbiri ile barışık, ulus ve üniter devlet bütünlüğü içinde çağdaş devletlerin yurttaşları düzeyine yükselmelerini hedeflemekteydi. Böyle bir devlet düzeyine yükselmenin ön koşulu ise; geleceği plânlayan, düşünmeyi, üretmeyi öğreten ulusal içerikli izlencelerin yer aldığı okullarda verilen eğitimle mümkün olabilirdi. Atatürk dönemine değin, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük çoğunluğunu oluşturan Anadolu halkının yüzde doksanına yakını köylerde yaşamaktaydı. Üstelik Osmanlı yönetimi Anadolu halkını, sadece askere çağrılmak ya da vergi alınmak durumlarında anımsanmış olduğu için halk, insanca yaşama olanakların her türünden yoksun yaşadığı gibi, eğitimin temel kurumu olan okuldan ve çağdaş eğitimi öğretecek nitelikli eğitimciden yoksun durumdaydı. Üstelik uzun yıllardan beri süren savaş koşulları nedeniyle de Anadolu halkı yılgın, bezgin, fakir ve çaresiz durumdaydı. Ayrıca, nüfusun sadece %5’i okuma-yazma biliyor, halk ile yönetici ilişkilerinde anlayış ve kavrayış uçurumu bulunuyordu. Halkın çoğunluğu dünyadaki çağdaş gelişmelerden habersiz olduğu gibi, Türkiye’de olan bitenden bile habersizdiler. Oysa ülkede yeryüzünün en saygın devrimi yapılmış, padişahlık kalkmış halk, kula “kul” olmaktan kurtarılmış “yurttaş” olma hakkına kavuşturulmuştu.

1927 yılı nüfus sayımında; kadınlarda %4, erkeklerde %13’ü okuma yazma biliyor, genel nüfusun okuryazarlık oranı % 8.16 idi. Güney-Doğu illerimizin kimi köylerinde ise bu oran % 1 bile değildi. Bu ayıp ve utanma payı kuşkusuz ki, Cumhuriyet yönetimi öncesi idarecilerine aitti.

Ancak bu ayıbın giderilmesi ulusal bir görevdi.
"... önemli ve en verimli ödevimiz eğitim ve öğretim işleridir. Eğitim ve öğretim işlerinde kesinkes muzaffer olmak gerekir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak böylelikle olur. " diyen, Devrimin önderi bu ayıbın ortadan kaldırılması kararlılığında idi.

Devlet kurcusu Atatürk, devrimci kimliğine yaraşır bir yaklaşımla;
“ … Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar." Diyerek, halkta yurttaşlık bilincini pekiştirmek istiyor, üstelik çok zor koşullarda gerçekleşen Kemalist Büyük Türk Devriminin sürekliliği için, devrimin sağlam temellere dayanması gerekiyordu.

Devlet kurucusu Atatürk'ün ulaşmak istediği hedef; eğitim ordusu yaratarak, Türk ulusunu bilgisizlerin güdümünden, yönlendirilmesinden, dayatmasından kurtarmaktı. Bu hedefin ön koşulu ise; eğitim birliğini sağlayarak, ulusal eğitimi gerçekleştirmekti. Atatürk'ün ulusal eğitimden anladığı ise, bilimsel düşünceye dayalı laik eğitimdi.i Teokratik bir devlet yapısına sahip olan Osmanlı İmparatorluğunda "ilim" kavramı İslâm ilmini (fıkıh, hadis, kalem vb.) ifade ediyordu. Osmanlının Avrupa ile ilişkileri sıklaşınca, II. Mahmut'tan sonra müspet ilimleri ifade etmek üzere "fen" sözcüğü de kullanılmaya başlanmıştı. Atatürk, laik bir ilim anlayışı getirirken, toplumsal bilimleri de müspet ilimlerle bir arada aynı kavramla ifade etmekteydi.ii

Devlet kurucusu Atatürk; "… Bazı durumlar vardır ki kanunla emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğunuz halde düzel­mezler. Adam fesi atar şapkayı giyer ama alnında fesin izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşamaz. Ama bazı insanların başındaki görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin içindedir. Zihniyet binlerce yılın birikimidir. Bu birikimi bir anda yok edemezsiniz. Onunla sadece boğuşur­sunuz. Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak yerleşinceye kadar boğu­şursunuz. Ve sonunda başarılı olursunuz ... "iii demişti. Binlerce yıllık zihniyeti değiştirerek, yeni bir ahlak yerleştirerek başarılı olmanın anahtarı, ulusal içerikli izlenceler süzgecinden geçerek çağdaş eğitim görmüş eğitimcilerle başarılabilirdi. Bu nitelikteki eğiticilerin yetiştiği yer ise; “Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün öğelerle savaşmak” gereğinin öğretildiği, ulusal ruh aşılayan okullardı. Bu ruh Köy Enstitülerinde yeşermeye başlamış, Tüm Anadolu’ya yayılmak ve ulusal tohumlar ekmek üzere iken yok edilmişlerdir. Asıl önemlisi de; Köy Enstitülerinin kapatılması ile birlikte, Türkiye’nin geleceğine çok yönlü darbenin vurulmuş olmasıdır.

Kuruluş Süreci
Atatürk, 1 Mart 1922’de TBMM'de yaptığı konuşmada;

" ... Öyle bir program izlemek zorundayız ki, o program ulusumuzun bugünkü durumuna, toplumsal yaşam ihtiyacına, çevrenin koşullarına ve yüzyılın gereklerine tümden uygun ve denk olsun. ... Yüzyıllardan beri ulusumuzu yöneten hükümetler öğretimin ve eğitimin genelleşmemesi isteğini göstere gelmişlerdir. Ancak bu isteklerine varmak için (Doğuyu ve Batıyı taklitten kurtulamadıklarından), sonuç ulusun bilgisizlikten kurtulamamasına varmıştır. Bir yandan bilgisizliği gidermeye uğraşırken, bir yandan da ülke çocuklarını toplumsal ve iktisadi yaşamda etkili ve yararlı kılabilmek için en gerekli olan ilksel bilgiyi eylemli bir biçimde vermek eğitim ve öğretim yöntemimizin temelini oluşturmaktadır. Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına, kendi benliğine, ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün öğelerle savaşmak gereği öğretilmelidir. Uluslararası durumuna göre, böyle bir savaşmanın gerektirdiği ruh öğeleri ile kuşanmış olmayan bireylere ve bu bireylerden oluşmuş toplumlara yaşam ve bağımsızlık yoktur.

Evrensel içerikteki bu sözlerin sahibi evrensel önder Atatürk, 27 Ekim 1922'de Bursa'da, Bursa ve İstanbul öğretmenlerine de şunları söylemiştir:

"... Eğitim ve öğretim işlerinde ne yapıp yapıp başarılı olmak gerekir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yolla olur. Bu başarının sağlanması için hepimizin tek can ve tek düşün olarak temelli bir program üzerinde çalışması gerekir. Bence bu programın temelli noktaları ikidir:

1- Toplumsal yaşamımızın gereksinmesine uygun gelmesi,

2- Yüzyıl gereklerine uygun düşmesidir.

"... Kesinlikle bilmeliyiz ki iki parça halinde yaşayan uluslar zayıftır, hastalıklıdır.

Atatürk'ün önerdiği eğitim sistemi hiç kuşkusuz Köy Enstitüleridir. Köy Enstitüleri denemesi önce 1926 yılında Kayseri ve Denizli'de Köy Öğretmen okulları açılarak başlatılmış, 1937-38-39 yıllarında 4 köy öğretmen okulu daha geniş kuruluşlar olarak açılmıştır. Atatürk'ün sağlığında, 3238 sayılı "Köy Eğitmenleri" Yasası yürürlüğe konuldu. Yine Atatürk'ün sağlığında Eskişehir, İzmir ve Kırklareli köy öğretmen okulları açıldı. Ancak, Atatürk'ün amaçladığı "köye yararlı meslek adamları" yetiştirilmesine yönelik, ulusal ve evrensel düzeyde Köy Enstitülerinin başlangıcı Atatürk’ün ölümünden sonra 17 Nisan 1940 yılında 3803 sayılı Yasa ile olmuştur.

Ancak bu aşmaya gelmeden önce, 1935’te İsmail Hakkı Tonguç'un İlköğretim Genel Müdürlüğü'ne getirilmesiyle 1937’de iki köy öğretmen okulu açılmış, böylece Köy Enstitülerinin temeli henüz Atatürk yaşamakta iken atılmış olduğunu da vurgulamak gerekir.

1938 yılının son aylarında Milli Eğitim Bakanlığına atanan Hasan Âli Yücel’in girişimi ile 3803 ve 4274 Sayılı yasalar yürürlüğe konulmuş, bu süreçte Türk eğitimine yeni işlevler yüklenmiş, Türkiye’de yüzyılların ihmali olan ekonomik, sosyal, kültürel ve tüm yaşamsal yoklukların aşılması, kul olmaktan kurtularak yurttaş olma hakkını kazanan halka, bu haktan yararlanma bilincinin verilmesinin önü açılmıştır.

Ulusal İşlevleri
Köy Enstitülerinin Türkiye’miz için ne denli önemli kazanımlar elde ettiğini görebilmek için şu tarihi sözlere kulak vermek gerekir: Dönemin Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar, 1929 yılında şöyle demişti;

“Türkiye Cumhuriyeti’nde EĞİTİM yoktur. UTANARAK SÖYLÜYORUM: bazı köylerde OKUL bile yoktur. Hatta sözümü 3-4 vilayete tatbik edebilirsiniz. Buralarda daha 30 SENE OKUL açılması söz konusu değildir.”

Kapatıldıklarında toplam sayıları sadece 21 olan Köy Enstitüleri;
1-Eğitsel,
2-Ekonomik,
3-Toplumsal
4-Siyasal
olmak üzere dört işlev üstlenmişlerdir.

Kendisini çok yönlü ve baş döndürücü bir değişim içinde bulan halk, sayısı 40.000'i bulan köyde yaşıyor, köylü sayısı genel nüfusun %80'ini oluşturuyordu. Bu durumda, bir yandan ülkeyi teknik yönden kalkındıracak teknik elemanları yetiştirmeye çalışılırken, bir yandan da okul, sağlık ocağı gibi kuruluşların bulunmadığı köylüyü aydınlatmak gerekiyordu. Köylü geleneksel yöntemlerle tarım işleri yapıyor, verimli tarımsal çalışmaları bilmiyordu. Bütün bu eksiklikleri gidermenin ön koşulu ise yetenekli öğreticilerin yetiştirilmesiydi. Köy Enstitüleri kısa sürede kendilerine yüklenen işlevi başarı ile yerine getirdiler.

Köyden alınıp, ulusal ve çağdaş eğitimle eğitildikten sonra köye gönderilen eğiticilerin yetiştirildiği Köy Enstitülerinin sayısı 1944'te 20, öğrenci sayısı da 16.400’dür. 15.000 dönüm yer ekilip biçilmiştir. Meyveli meyvesiz 250.000 fidan dikilmiştir. 9000 baş hayvana kavuşulmuştur. Kimi Enstitüler, kendi ürettikleriyle geçinebilecek eğitim işletmeleri durumuna gelmişti.iv

Köy Enstitüleri yatılı ve beş yıllıktı. Yıllık öğretim 10.5 aydı. Öğrenciler her yıl 1.5 ay köylerine dönüyorlar, bu süre içerisinde ise bir inceleme dosyası hazırlıyorlardı.

"Bu kurumlarda tam anlamıyla geniş bir iş eğitimi, üretici eğitim, ekonomik eğitim, sanat eğitimi, düşün eğitimi, kişilik eğitimi, beden eğitimi, demokratik eğitim dahası, eğlence eğitimi, geniş temizlik eğitimi, birbiriyle uyumlu olarak yürütülürdü. Enstitünün tüm işlerini öğrenciler yaptıkları gibi, yönetime de tam anlamıyla katılırlardı."v

Bu kuruluşların ne olduğunu anlamak için şunlar söylenebilir: Bir kısım çocuklar atları tımar ediyorlar, bir kısım çocuklar tarih dersinde İskitlerin Mısır'ı talan etmelerini anlatıyorlar, bir kısmı, tabiat bilgisi dersinde gelinciğin nasıl bir bitki olduğunu, tarlalara zararlarını anlatıyor ve bundan korunma yöntemlerini öğreniyorlar. Bir kısmı kışın yiyecekleri lahanaların yapraklarındaki kurtları öldürmekle uğraşıyor, bir kısmı yeni yatakhanelerin çatısını yapmakla uğraşıyor, bir kısmı da o gün yiyecekleri sebzeleri ayıklıyordu.

Bu kuruluşlar bir arı kovanı gibi, tam bir aile görünüşü ile kendi gereksinmelerine yanıt verecek eksen etrafında işleyen bir insan fabrikası idi. Böyle yetişen ve alacakları görevleri küçük vücutlarından beklenmeyen sorumlulukla yapan köylü çocuklarımızın yarın yetiştirecekleri nesillerin yapacaklarını düşünmek küçük bir şey değildir.vi Ancak, bu kuruluşları kapatanların beklentileri, küçük denecek düzeydedir. Bizim öz gerçeğimiz doğrultusunda kurulan bu kurumları, henüz emeklemeye çıkmış bir çocuk tazeliğinde iken boğdular. Bunlara uzanan ellerin sahipleri Türk halkına yaptıkları ihanetin farkında olmayabilirler. Ama bu katilleri tarih kara leke olarak yapraklarına yazacaktır.vii

Ülkemize gelen bütün yabancı uzmanların Köy Enstitülerini yararlı, hatta bütün dünya için örnek bir eğitim ve öğretim ocağı olarak göstermelerinin nedeni, bu okullarda bilginin, yaşam, uğraş ve gereksinmelerinden çıkarılması, ortak ve birlikte bir yaşam gerçeklerinin koşulları içinde, sosyal ve ekonomik çerçeveye uyularak canlı bir eğitim verilmesi idi. Ne bilgi bir süs, ne tavır ve hareket bir gösteriştir. Hepsi yaşam içindir. Köyden gelen temiz Türk çocukları bu beklentilerin gerçekleşmesini sağlıyorlardı.viii

Böyle bir eğitim sistemi, Atatürk'ün özlemini duyduğu, ulaşmak istediği hedeflere varmak için en uygun sistemdi. Atatürk Devriminin; cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkeleri Köy Enstitülerinde en iyi biçimde veriliyor, Türkiye, çağdaş insanı yetiştirerek, çağcıl hedefe doğru ilerliyordu. Köy Enstitülerinin varlığı işte bu ilerleyişi istemeyenleri huzursuz etti. Yabancı uzmanların imrendiği bu kuruluşlar, kimi aydınlarımız ve kimi eğitimcilerimiz tarafından bir kez bile incelenmediği, görülmediği halde, eksikleri var ise, onları düzeltecekleri yerde,ix bu güzel kuruluşlar eleştiri konusu yapıldı, yerden yere vuruldu. Aslında, saldırılan Türk devriminin geleceği idi. Ne yazık ki bu yıkım girişimleri, Türkiye için yapılıyordu(!)

Köy Enstitülerinin Önemi
Eğer, Köy Enstitüleri aynı hızla ve kararlılıkla devam etmiş olsaydı, hiç kuşku duyulmasın ki, Türkiye’de hiç bir yaşamsal sorun kalmayacak, Türkiye birinci sınıf gelişmiş ülke olacaktı. Çünkü Köy Enstitülerinde yetişen öğretmenler aldıkları eğitimin bilinciyle, ülkenin her köşesine büyük bir özveri ile giderek ışıklar yansıtmakta, oraları aydınlatmaktaydılar.

"Çağdaş eğitimden geçmiş insanlardan kurulu toplumlar, sorunlarını çözmeye, gelişmeye çok daha yatkındır. Aklın, bilimin verilerini kullanır. Başkalarına kolay aldanmaz. Sömürülmez. Teknolojiyi daha iyi kullanır. Üretimi en yüksek düzeye ulaştırır. Toprağı iyi işler, verimi artırır. Hangi iş alanında olursa olsun, haklarını görevlerini olumlu yolda kullanır. Çağdaş insanın bilgileri ile donatıldığı için uygarlığın nimetlerini yaşar. Sanatsal, bilimsel, kültürel etkinliklerden yararlanır. Böyle bir toplum geri kalmışlık çemberini çok çabuk kırar. Yoksulluktan, karanlıktan kurtulur. Uygarlık yolunda hızla yol alır. Türkiye'nin her kesimine yayılmış Köy Enstitülerinin sayısı daha ilk yıllarda otuza kırka, giderek yüze, hele bugünkü İmam Hatip okullarının sayısına, beş yüze ulaşsaydı, elli yıldır milyonlarca insanımız bu eğitimden geçseydi... Her biri okuyan tartışan, ülkemizin herhangi bir yerinde toprağa kök salıp oraları yaşanır hale getiren milyonlarca insan, kültür düzeyi yüksek, doğruları yanlışları ayırabilen, gerçekten demokrat yurttaşlar... O zaman hırsız, yalancı düzenbaz birtakım insanlar yönetim yerlerine gelebilir miydi?... "x

Böylesi ulus sever, sorumluluğunu bilen, özverili kişiler devletin diğer kademelerinde de görev alırlar ise, devlet olanaklarını kendi yararlarına kullanma girişiminde buluna bilirler mi? Elbette hayır.

Köy Enstitüleri varlığını koruyabilseydiler; ülkenin her yöresine ulaşımın metro ile sağlanıyor, deniz ve diğer su yolları olağanüstü gelişmiş, müzik kültürü, gezi alışkanlığı ve tatil kolaylığının yaygınlaştığı, ülke genelinde yaygınlaşmış olan on binlerce demokrasi salonları işlevlerini yerine getireceği için, hiç kimsenin inanç ticareti yapmadığı bir Türkiye gerçekleşmiş olacağı için önemlidir.

Köy Enstitüleri devam edebilselerdi; ulusumuzun bilinçlenme düzeyi gelişerek, kendi arasında birlik ve bütünlüğünü sağlamış, başta Kıbrıs olmak üzere hiçbir uluslararası sorunun yaşanılmadığı, hiçbir yabancı ülke Ermenilerle ilgili iftiralarda bulunmaya cesaret edemediği Türkiye gerçekleşmiş olacağı için önemlidir.

Köy Enstitüleri kaypatılmamış olsaydı Türkiye, Avrupa Birliği’nin dayatmaları ile karşı karşıya olmayacağı gibi emperyalizmin bekçisi olan NATO’dan da ayrılmış olacağından, ABD’nin karşılıklı saygı yaratmak için arayış içinde olacağı saygınlığa ulaştırmış olacağı için önemlidir.

Köy Enstitüleri; kapatılmamış olsa idi Türkiye’nin aynen Atatürk döneminde olduğu gibi, yakın komşularımızla antlaşmalar yapılarak, Merkezi Devletler Birliğinin kurulmasını gerçekleştirerek, kendi geleceğini ve komşularının geleceği ile Orta Doğu’yu güvenceye alacak bilinç düzeyinde yöneticilerin yetiştirilmesi gerçekleşmiş olacağı için önemlidir.

Köy Enstitüleri; Anadolu’nun eşsiz zenginliklerinin ürünü olan erdemik bitkilerini inceleyerek, her hastalık alanında uzmanlaşmış bütün dünya bilim adamlarının saygı ile söz ettiği onlarca bilim adamını yetiştirmenin alt yapısını hazırlayan kuruluşu olduğu için önemlidir.

Köy Enstitüleri; Türkiye’nin, enerji kaynaklarını devreye sokarak, kendine yeterli enerjiyi sağlayan, böylece hiçbir dış devletten enerji almayacak güce ulaşmasını gerçekleştiren sorumlulukta eleman yetiştirilmesine öncülük edecek bilinçte eğitim vermiş olacağı için önemlidir.

Köy Enstitüleri; Atatürk’ün başlattığı düşünebilme ve insanlık için yararlı olma (adam olma) aydınlanmasının yarım kalan bölümünü tamamlama, akıl ve mantığın inanç sisteminin önünde olduğunu bellettiği için önemlidir.

Köy Enstitüleri; Eğitim evresinden önce, sahipsiz, bilinçsiz, genelde bilgisiz, sağlıksız, umutsuz, umutsuz olduğu için gelecekten beklentisi olmayan, disiplinsiz, bağnaz, gerici düşüncelerin esiri, toplumda parazit gibi yaşamayı alışkanlık durumuna getirmiş, teslimiyetçi yaklaşım içinde yaşayan bir toplumda aydınlanma mucizesi gerçekleştiren kuruluş olduğu için önemlidir.

Köy Enstitüleri; Emperyalist güçlerin temsilcisi olarak ülkemizde nifak tohumlarını ekmek için gelen ve Türk halkı arasında sevimli görünmek için adına “Barış Gönüllüleri” denilen acımasız sömürge görevlilerinin, gerçek niyetlerini açığa çıkaran, halkımıza gerçek anlamda özverili gönüllüler yetiştiren kuruluşlar olduğu için önelidir.

Köy Enstitüleri; yalnız Türkiye için değil ezilen, sömürülen, kaynaklarına el konulan tüm uluslar için örnek özelliğinde ciddiyetli, disiplinli, amaç birlikteliği bilincine sahip eğitim ordusu yetiştirdiği için önemlidir.

Köy Enstitüleri; Türk devriminin ana öğesi olan anti emperyalist yaklaşım bilincini, bütün toplumda egemen kılma gibi ulusal bir görevi yerine getiren kuruluş olduğu için önemlidir. xi

Köy Enstitüleri; ulusal bünyemizin ihtiyacı olan, “Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru” yükselen sağlam kuruşlar oldukları, suçu ve suçluyu yaratan topulumdaki hastalıkların kökten giderilmesine yönelik çözümler ürettikleri, yurttaşlarımızın kendi yurdunda yabancı olmayacağı bilgi ve bilinç düzeyinde eğitim verdikleri için önemlidir.

Köy Enstitüleri öğrenciye; Türkiye’nin diğer ülkeler arasında seçkin bir yer sahibi olabilmesi ülküsünü ve sorumluluğun aşıladıkları, halkı kendi hakları konusunda bilinçlendirme görevi üstlendikleri için önemlidir.

Dünya tarihine, en özgün eğitim kurumları olarak geçmiş olan Köy Enstitülerinin kimi özellikleri şöyle özetlenebilir; Enstitülerin kurulduğu yerlerde kendilerine yetecek binlerce dönümlük toprakları vardı. Binaları, derslikleri, işlikleri, kitaplıkları, laboratuarları, besledikleri hayvanlar için ahır ve kümesleri, arılıkları, hastane, alet, araç ve motor binalarını, fırınları, balıkhaneleri, öğretmen evlerini... Kendileri yapıyor, at, sığır, davar, arı, tavuk, horoz vb. kendileri yetiştiriyorlardı. Sınıfta kalmak yoktu. Ders yılı sonunda başarısız olanlar özel kurslara alınarak yetiştiriliyorlardı.

Köy Enstitüleri, Kemalizm’in devrimcilik ilkesinin gereği olan günün koşullarına göre güncelleştirilerek, kurulduğu günlerin coşkusu ile ve yine o günlerin Atatürkçü kadrolarının yaptıkları gibi korunsa, yaygınlaştırılsa ve sahiplenilse idi; sağlık ve eğitim hizmeti ayağına gelen köylü, kente göçmez, kentler oy uğruna gecekonduculuğa özendirilmez, çarpık kentleşme olmazdı. Köylünün bilimsel yöntemlerle üreteceği ürünler, değerini bulacağı ve ürün sunumu (arzı) çok olacağı için, geçim sıkıntısı olmayacaktı. Öte yandan, ulusal bilinçle yetişen Köy Enstitüsünü bitirenler yurdun her yöresi gibi, Güneydoğuya da gideceği için ulus bilincini, yurt sevgisini, kalkınma modelini aşılayacak ve o yöredeki insanlar, Devletine karşı çıkmak için kandırılamayacaktı. Her şeyden önce kandırılmalarını kolaylaştıran geri kalmışlık ve feodal düzen olmayacaktı. Yine, halkçılık anlayışı ve ayrımsız kayırmasız ulus bilinci ile eğitilen halk, çağ dışı mezhepsel ayrılıklara düşmeyecekti. Böylece, Çorum'lar, Kahramanmaraş'lar ve de insan olanlar için bir yüzkarası utancı veren, kanlı Sivas'lar gerçekleşmeyecekti. Fırsat bekleyenlere, fırsat verilmeseydi, yeryüzünde evrensel örneklikte bir ulus, Türk ulusu yeryüzünde tek örnek olacaktı.

Sonuç
Halka hak ettiği değeri veren Atatürk döneminin Cumhuriyet yönetimi (Cumhuriyete kanat gerenler) Millet Mektepleri, Halkevleri ve daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını kesin olarak bilgisizlikten kurtaracak olan Köy Enstitüleri kuruldu. Çok kısa denilecek bir süre içinde Osmanlı’nın “kul” kalıtı halk, kararlı, inançlı ve insan sever önderler sayesinde bir başka “ulus” olmuştu. Bu ulusun bireyleri birbiri ile kenetlenerek, kaderde ve kıvançta bir olarak ulusal ve üniter yurttaş bilincini ve uyanıklığı koruması gerekiyordu. Bu bilinci ve sorumluluğu verecek kuruluşların başında ise Köy Enstitüleri gelmekteydi. Bu gerçeği yakından izleyen emperyalist güçler, Atatürk hayatta iken Türkiye’ye yönelik nefret ve kinlerini dışa vuramadılar. Ancak Türkiye’nin diğer mazlum uluslara örnek olmamasından çok rahatsızdılar. Türkiye’nin olağanüstü atılımı o günlerin basınına şu tümcelerle yansımaya başlamıştı;

“Köylü durumundan oldukça memnun bulunmaktadır. Köylü, önceleri dönüm başına 3 ile 10 lira arasında kazanmakta iken, şimdiki kazancı 55 ile 75 lira arasına yükselmiştir.”xii

Köy Enstitülerinde verilen eğitim; unutma olasılığı yüksek olan ezbercilikten uzak olan, kalıcı ve yaşamın her aşamasında gerekli iş içinde eğitime, eğitilecek kişinin öğrenmek işlevi öne çıkarılarak aktif eğitime, katılımcı ve özgür eğitime, salt kırsal yöreler için değil toplumun her kademesinde yeterli bilgi birikimine dayanmaktaydı. Bu yönleri ile bu kuruluşlar ulusal olduğu kadar evrensel ilkeler içermekteydi.

Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerin ulus sevgisi, çok yönlü kültürel bilgisi, görevlerindeki başarıları ve sorumluluk anlayışları, ürettikleri onca yapıtlarına tanık olunduktan sonra bu kuruluşların kapatılmasının ne denli büyük bir ulusal kayıp olduğunu görebilmek için, bu kuruluşların Toprak Reformu ile olan ilgisini de bilmek gerekir. Köy Enstitülerinin eğitsel görevleri yanında “çok daha önemli ve açıklanmayan bir amaç daha vardı. Toprak Reformu gerçekleştirildiğinde, üretimi örgütleyecek ve sürdürecek kadroları yetiştirmek! Dahası, Köy Enstitüler, toprak ağalarının karşısına dikilecek güç olacaklardı. O zaman hemen söylemek gerekir ki, toprak reformu rafa kaldırıldığına, uygulanmadığına, toprak ağalığı ve doğal olarak onun dayandığı düzen sürüp gittiğine göre, Köy Enstitüleri, sakıncalı ve rejimi tehdit edici bir nitelik kazanmış oluyorlardı.”xiii Yani feodal düzenin sürmesini isteyen güçlerle, Köy Enstitülerinin kapatılmasını sağlayan güçlerin ortak paydaları bulunmaktaydı. O ortak payda Kemalizm’in nihai hedefi olan; sınıfsız, kaynaşmış toplumun gerçekleşmesinin önünün kesilmesinde kesişmekteydi.

Önce, Köy Enstitülerinin aleyhine iftira kampanyaları başladı. Oysa, bu denli geniş bir örgütlenmede, ciddi hiç bir disiplin suçu bile işlenmemişti. Çünkü "suçun suçlunun asıl suçlusu toplumdur, toplum düzenidir".xiv Suçu ve suçluyu yaratan toplumdaki hastalıkların kökten giderilmesine yönelik çözümü üreten bu Enstitüler, eski toplum düzeninin kalıntıları yani "fırsat bekleyenler" tarafından, suçlu olarak gösterilmeye çalışıldı.

Atatürk; "Biz büyük bir Devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp, yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumları yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir. .." diyerek olası tehlikelere dikkat çekmişti.xv Köy Enstitüsünü kapatanlar da, Atatürk ilke ve devrimine yönelik benzeri nice kırım ve kıyımları gerçekleştirenler de kendilerinin "Atatürkçü" olduklarını söylüyorlardı.

"Ne yazık ki bu soylu gelişmeye ilk çelme 1946 seçimleri sonrası geldi. Hasan Ali Yücel gibi ulusal eğitim sorunlarına 'insancıl' bir yaklaşımla çözüm yolları üretmiş olan bu yüce insan, erk dışı bırakıldı. Çok geçmeden, köye yönelişin mimarı üstün insan İsmail Hakkı Tonguç da görevin dışına itildi. .. "xvi Bu gelişmelere ve bu çelişmelere göz yumanlar, Atatürk’ün arkadaşları idiler(!)

Atatürkçü olduklarını söyleyen söylevsel, siyasal ve çıkarsal Atatürkçüler tarafından Köy Enstitülerinin kapatılması; günümüzün ulusal sorunu olan, Güneydoğudaki teröre, kentlerdeki çarpık ve plânsız kentleşmeye, çevre kirliliğine, hemen her gün halkın çok önemli bir bölümünün şikâyet ettiği geçim sıkıntısına, mezhepsel ayrılıkların körüklendiği kardeş kavgalarına, ulusal mutsuzluğa, geri kalmışlığa hepsinden önemlisi de; ülkemizin bölgesinde ulus ve üniter devlet bütünlüğü içinde en güçlü devlet olma şansına indirilen darbe olmuştur. Yani Anadolu toprağı ile özleşen, uyuşan, buluşan yerini ve zeminini sevdiği için kök salan çınar henüz yeşil iken kökünden kesilmiştir.

Köy Enstitülerinin içeriğinde yer alan “köy” sözcüğü ile at, ahır, bağ, bahçe gibi Köy Enstitülü öğrencilerinin o günün koşullarında eğitimlerinin bir bölümünü oluşturan ders konuları yanıltıcı olmamalıdır. Köy Enstitüleri günümüze dek varlığını koruyabilselerdi hiç kuşku duyulmasın ki, eğitim izlenceleri günün koşullarına göre düzenleneceği için, günümüz de yaşamının önemli bölümünü oluşturan, bilgisayar ve benzeri çağdaş araçların üretim ve yazılımının öncüleri de yine onların arasından çıkacaktı. Dahası; IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Avrupa Birliği’nin ulusal onurumuzu inciten dayatmaları ve ulusal bünyemizden koparılan ödünler de olmayacaktı. Bu kuruluşlarla Köy Enstitülerinin ne ilgisi var diyenler olursa onlara, Atatürk’ün yıllar önce belirttiği şu gerçeği anımsatmak gerekir;

"Okul genç kafalara, insanlığa saygıyı, ulus ve ülkeyi sevmeyi, bağımsız yaşamayı öğretir, bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için tutulması gereken en doğru yolu belleten okuldur."

Bilinmeli ki; ülke ve ulus sevgisini, bağımsızlığın tehlikeden korunmasını belletecek olanlar, bu değerlerin bilincindeki eğiticilerdir. İşte o eğiticileri Köy Enstitülüleri yetiştiriyordu.