30 Kasım 2018 Cuma

Bir Konferansın Ardından "6-7 EYLÜL 1955 İSTANBUL OLAYLARI VE DÜŞÜNÜR MEHMET ARİF DEMİRER’İN BİR KANAAT ÖNDERİ OLARAK DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ... Hüsnü MERDANOĞLU Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar

6-7 EYLÜL 1955 İSTANBUL OLAYLARI VE DÜŞÜNÜR MEHMET ARİF DEMİRER’İN BİR KANAAT ÖNDERİ OLARAK DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...
Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar

Sayın Mehmet Arif Demirer, 28 Kasım 2018 Çarşamba günü, Ankara’da bir gurup yurttaşlarla bir araya gelerek, “6-7 Eylül 1955 İstanbul Olayları” konulu bir konferans verdi. İlerlemiş yaşına, sağlığı nedeniyle yürüme zorluğu çekmesine rağmen, konuşması çok akıcı, heyecan verici ve öğretici idi. O konuştukça katılımcılar, “tamamı belgelerle açıklanan ve ömürlerinde ilk defa duydukları tarihi gerçekler karşısında” şaşkınlıklarını gizleyemediler.
GENEL OLARAK OLAYLA İLE İLGİLİ YORUMLARI ŞÖYLE ÖZETLEMEK MÜMKÜN:
5 Eylül 1955 gecesi Selanik’teki Atatürk Müzesi yakınında bomba patlatılmış; Ertesi gün, Yazı İşleri Müdürü Gülşin Sipahioğlu olan İstanbul Ekspres gazetesinin 16.00'da ikinci baskısı yayınlatılarak ve iri puntolarla "ATAMIZIN EVİ BOMBA İLE HASARA UĞRADI" haberini yaymıştır. Bu haber halk üzerinde şok etkisi yapmış ve vahim olayların körüklenmesine neden olmuştur. Kısa sürede patlak veren olaylar esnasında, başta Rum kökenli yurttaşlarımızın olmak üzere azınlıkların ev ve işyerlerine saldırılar düzenlenmiş, üstelik bu saldırılar, ayni günlerde İstanbul pek çok uluslararası kongreye ev sahipliği yaptığı bir için İstanbul’da bulunan çok sayıda yerli ve yabancı gazetecilerin gözleri önünde olmuştur.
Sayın Mehmet Arif Demirer’in belgelere dayalı olarak açıkladığı gibi; “kalkışmayı düzenleyen menfur çevrelerce” ülkemizde azınlıklara kıyım yapıldığı imajı verilmek istenmiştir. Dahası bu, insanlık, hukuk ve ahlâk dışı çirkin olayların gerisinde hükümetin ve hükümetin yönlendirdiği (o dönemde adı MAH olan) istihbarat kuruluşunun olduğu söylemi, çok art niyetli ve kasıtlı bir provakasyon biçimde yaygınlaştırılmıştır.
Her daim dikkatle araştıran, araştırmalarının sonucunu gazete, dergi ve kitaplara aktarıp kamuoyu ile özenle ve önemle paylaşan, böylece “aydın” olma yükümlüğünü tam bir onur, bilimsel, disiplin, dürüstlük ve sorumlulukla yerine getirerek, çevresini aydınlatan, Araştırmacı-Yazar Mehmet Arif Demirer’in tespitleri ve açıklamaları kısaca şöyle olmuştur:
Araştırmacı-Yazar Mehmet Arif Demirer’in tespitleri ve açıklamaları kısaca şöyle olmuştur:
-6 Eylül gecesi, bir hafta önce (o tarihte İstanbul’da toplanan uluslararası kongreler, yoğun görüşme trafiği ve saygınlık ağırlıklı etkinlikler nedeniyle) Valiliğin yazılı emri ile alarma geçirilen, Birinci Ordu Komutanlığından saat 20.00’de İstanbul’un belirlenmiş adreslerinde konuşlandırılmış olmaları istenen on dokuz tabur asker dört saat gecikme ile 24.00’de gelmiş ve hükümetin ilan ettiği sıkıyönetimle durumu kontrol altına alamamıştır.
- Öncelikle olayı doğru olarak ortaya koyabilmek için 6-7 Eylül olayları tarzında “iki gün sürmüş gibi” ifade edilmesi abartıdır, yalan ve iftiradır. Çünkü olay sadece 6 Eylül 1955 günü gerçekleşmiştir. 7 Eylül günü kayda değer hiç bir olay yaşanmamıştır.
- Sonrasında da olaylar, art niyetli oldukları zaman içinde kanıtlanan bir takım kasıtlı çevrelerce sürekli abartılmıştır. Örneğini, bir gazeteci Mümtaz Türköne, (Zaman gazetesinde) bu olayların “iki gün, iki gece” sürdüğünü yazabilmiştir.
Ayrıca; Olayların yaşandığı tarihte, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan ve aynı dönemde oğlu (Dr. Orhan Köprülü) Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı olarak görev yapan, üstelik Demokrat Parti’nin dört kurucusundan biri olan Ord. Prof. Fuat Köprülü’nün açıklamaları ile olaya Yassı Ada davaları arasına taşınmıştır.
Adı geçen Fuat Köprülü 27 Mayıs 1960 darbesinden 9 gün sonra: “Hadiseler, Fatin Rüştü ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir” biçimi yalan, yanlış ve iftira niteliği taşıyan talihsizya da art niyetli ve kasıtlı açıklamasını yapabilmiştir.
-Özellikle bu yalan-yanlış ve maksatlı beyanlar esas alınarak, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Başvekil Adnan Menderesaltışar yıl Ağır Hapis cezasına çarptırılmışlardır.
Gerçek durum bu iken, 6 Eylül 1955 olayının geresindeki amaç nedir sorusunun yanıtlanması gerekir.
Sovyet (SSC) öncesi Rusya’da hükümetin emriyle güvenlik güçlerinin Yahudi azınlıklara karşı giriştikleri acımasız kitlesel katliamların açıklanması/tanımlanması için kullanılan ve uluslararası söylemlere geçen “Progrom” olarak isimlendirilen girişimlerin benzerinin Türkiye’de Rumlara karşı yapıldığı yönünde dünya kamuoyunda Türkiye’yi suçlamaya yönelik bir eylem olduğu anlaşılmaktadır.
Hiçbir hükümet kendi ülkesini, dünya kamuoyu önünde suçlu duruma düşürmeyeceği için, bu olayın Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yönetimve kontrolü altında faaliyet gösteren birkurum tarafından gerçekleştirmiş olması mümkün değildir. Tamimiyle dış kaynaklı bir provokasyondur.
Atina radyosunun 10 Eylül 1955 günü; “İstanbul ve İzmir'deki olaylar; İngiliz diplomasi plânlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü değildir; bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir provokasyondur” içeriğinde yorum yapmış olması, minareyi çalanın kılıf arama arayışında olduğunu anımsatmaktadır.
Konferans sonunda; Anlattıklarının tamamını içeren kitapları kendisini dinlemeye gelenlere ücretsiz olarak dağıttı Sayın Mehmet Arif DEMİRER.. Bugüne kadar yazdığı onlarca kitaptan mevcutları bile dağıtmayı arzuluyordu aslında..
Sonunda; “Atatürk’ü sevmeyenlerden siyah leke ve biz.”, “Amerikalı arkadaşı Atatürk’ün Devrimlerini Anlatıyor.”, “Atatürk’ü vatan Toprağına Kavuşturmuştuk“ adlı 3 kitabı ile Kemalist Demokrat Türkiye dergisini, salonda hazır olan izleyici ve dinleyicilerine, günün anısına “hediye olarak” verdi.
Bunların içinde biri vardı ki; Bizzat kendisinin de genç bir İzci olarak katıldığı ve görevli sıfatıyla hazır bulunduğu “10 Kasım 1953 günü Atatürk’ü Vatan Toprağına Kavuşturmuştuk” adlı kitabını tanıtırken heyecandan elleri titriyor, “o tarihi günde yaşadığı anılar canlanıyor ve unutulmaz hatıralarını adeta yeniden yaşıyor gibi” heyecanlanıyor ve bu anıları tekrar yaşamanın sevinci, gurur ve mutluluğu ile kitabı bir o yana bir bu yana çeviriyordu.
Gördüğüm kadarıyla, Programın yöneticisi bile bu heyecandan etkilendi.
Zira konuşmaya başladığında yaşadığı sağlık sorununu anlatmıştı. Sonra konuyu aydınlattı. Meğer Mehmet Arif Demirer, 10 Kasım 1953 günü Atatürk’ün, Anıtkabir’de vatan toprağına defin töreni sırasında şahsen ve görevli olarak orada imiş. Beli ki bunca yıla rağmen etkileri hâlâ devam ediyor olmalı.

9 Kasım 2018 Cuma

TÜRKÇE EZAN UYGULAMASININ YASAL SÜRECİ "Hüsnü MERDANOĞLU & Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar" -Cumhuriyet döneminde Türkçe ezan uygulanması Atatürk sağ iken başlamış, yasal düzenleme 1941 yılında yapılmıştır. 1950 yılında yapılan ayrı bir yasal düzenleme ile geriye dönüş gerçekleşmiştir.

TÜRKÇE EZAN UYGULAMASININ YASAL SÜRECİ
Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünür

Kemalist Yazar

Günlük yaşamımızda “ezan indiği şekli ile okunmalıdır” görüşünde olanlara rastlanmaktadır. Oysa ezan, indirilen bir sure ya da ayet olmadığı gibi Kur’an bile “indirilmiş” değildir. Din bilimcilerine göre Arap dili de kutsal değildir. “Çünkü Tanrı peygamberine bir dil ile hitap etmez.” Tanrı, buyruklarını, yasaklarını ve öğütlerini peygamberin kalbine doğurur (vahiy eder).(1)

Cumhuriyet döneminde Türkçe ezan uygulanması Atatürk sağ iken başlamış, yasal düzenleme 1941 yılında yapılmıştır. 1950 yılında yapılan ayrı bir yasal düzenleme ile geriye dönüş gerçekleşmiştir.

Türk Dil Kurumunun sözlüğünde ezan; namaz vaktini bildirmek için müezzinin yüksek sesle yaptığı çağrı olarak tanımlanmaktadır.

Yani ezan bir çağrı (davet) şeklidir ve ezan metnine, Kur’an’ın bölümleri olan surelerde ve sureleri oluşturan hiçbir ayette rastlanmamaktadır. İslâmiyet’in ilk yıllarında saat, radyo ve diğer çağrı ve uyarı araçları olmadığından duyurma ya da çağrı, sesli olarak yapılmıştır. O dönemde doğal olarak namaz vakitlerinin Müslümanlara duyurarak, birlikte namaz kılınması da ezan okunarak gerçekleştirilmiştir. Hitap edilen toplum (yani camiye çağrılan cemaat) Arap olduklarından ve Arapça konuşup, Arapça anladıklarından dolayı, doğaldır ki çağrı şeklide Arapça olmuştur.

Kaldı ki, Kur’an’ın Fussilet Suresinin 44. Ayetinde; Arapça bilen bir topluma, Arapça olmayan bir dile Kur’an indirilmesinin doğru olmayacağı anlamında uyarı bulunmaktadır.
*
Uygulamaya koyduğu her ilke ve inkılâbı önce bilim süzgecinden geçirerek ve halka benimseterek yaşama yansıtan, her uygulaması evrensel özelikte olan devlet kurucu Atatürk, Türkçe ezan okunmasının din yönünden bir sakıncasının olup olmadığını tartıştırdıktan sonra, ilk Türkçe azanı 1932'de yani kendi sağlığında okutmuştur.

Hafız Burhan, Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi hafızlarının bulunduğu bir komisyon da Aralık 1931 tarihinden itibaren konu üzerinde çalışmış, ezanın Türkçe çevirileri yapılmış, okunacak metin ile ses uyumu (ahenk) saptanmıştır.

Bu çalışmalar sonucunda aşağıdaki metin benimsenmiştir;
"Tanrı uludur; Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı'dan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha (huzura erme)
Namaz uykudan hayırlıdır."

Konuya resmiyet kazandırmak için Diyanet İşleri Başkanlığı 18 Temmuz 1932 tarihinde 636 sayılı bildiri (genelge) ile bu metni bütün camilere göndermiştir. (2)

Cumhuriyet dönemimizde Kur'an’ın Türkçe meali / tercümesi (3) ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Yerebatan Camii’nde ilk Türkçe ezan da, 30 Ocak 1932 tarihinde Fatih Camii’nde okunmuştur. 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi’nde de, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kur'an, Tanrının büyüklüğünü dile getiren (tekbir) ve namazdan önce okunan iç ezan (kaamet) okunmuştur.
**
Türkçe ezan okutulması ile ilgili yasal sürece gelince; Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Şubat 1933tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını buna uymayanların kesin şekilde cezalandırılacağı bildirilmiş, (4) ancak bu bildiri bir yasa hükmüne dayanmamıştır. Türkçe ezan uygulamasına yönelik yasa ile ilk düzenleme, 1941 yılında 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 526 ncı maddesinde yapılarak uygulamaya konulmuştur.

Mart 1926 tarihinde yürürlüğe giren ve Kemalist Türkiye’nin temel yasalarından olan 01.03.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununun (5); yetkililerin vereceği emre uymayanların cezalandırılacağını düzenleyen 526 ncı maddesine 1936 yılında, 11.06.1936 tarih ve 3038 sayılı Kanun (6) ile yapılan değişiklik sonucunda;

“Şapka iktisası hakkındaki 671 numaralı kanunla Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkındaki 1353 numaralı kanunun koyduğu memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif hareket edenler üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezasiyle cezalandırılırlar.” hükmünü içeren ikinci fıkra eklenmiştir. Böylece; devrim kanunları ile ilgili yaptırım hükme bağlanmış, ancak ezan konusuna değinilmemiştir.

1941 yılında 02.06.1941 tarihli ve 4055 sayılı Kanun (7) ile yapılan değişiklik soncunda, söz konusu maddenin ikinci (son) fıkrası aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:

“Şapka iktisası hakkında 671 sayılı kanunla Türk harflerinin kabul ve tatbikına dair 1353 sayılı kanunun koyduğu memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif hareket edenler veya Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezasiyle cezalandırılırlar.”

1950 Mayısında iktidara gelen Demokrat Parti, aynı yılın Haziran ayında 16.06.1950 tarihli ve 5665 sayılı Kanunu (8) yürürlüğe koymuştur. 765 sayılı Kanunun sadece 526 ncı maddesini düzenlemek için yürürlüğe konulan bu Kanun ile 526 ncı maddenin ikinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:

“Şapka iktisası hakkında 671 sayılı kanunla Türk harflerinin kabul ve tatbikına dair 1353 sayılı kanunun koyduğu memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif hareket edenler 3 aya kadar hafif hapis veya 30 liradan 600 liraya kadar hafif para cezasiyle cezalandırılır.”

Görüldüğü üzere; 5665 sayılı Kanun, doğrudan doğruya 526 ncı maddeye 1941 yılında konulan “arapça ezan ve kamet okuyanlar” ibarelerinin yasa metninden çıkarılması için yürürlüğe konulmuş böylece; Arapça ezan okuyanların cezalandırılacağı hükmü yürürlükten kaldırılmakla birlikte, Türkçe ezan okunması da yasaklanmamıştır. Bundan sonra da bu konuda başka bir yasal düzenleme yapılmamıştır.
*
Türkçe ezan okunması ve yeniden Arapça’ya dönülmesini halk nasıl karşılamıştır? Siyasilerin tutumu ne olmuştur? Konu, Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülürken, Cumhuriyet Halk Partisi grubunun tutumu ne olmuştur? Sorularının yanıtına gelince:

Çok partili yaşamın ilk başbakanı ve eski CHP’li Adnan Menderes, 4 Haziran 1950'de verdiği bir demeçte ‘‘Arapça’’ yerine ‘‘din dili’’ tanımını kullanarak, Arapça ezan uygulamasına dönüleceğinin ipucunu vermekle, sanki dinin özel bir dili varmış gibi, bu konuda yeterli bilgisi olmayan halk çoğunluğuna şirin görünme yolunu yeğlemiştir.

Atatürk dönemini yaşamış, bu dönemde bakanlık ve Başbakanlık yapmış olan çok partili yaşamın ilk Cumhurbaşkanı Celal Bayar başkanlığında toplanan DP hükümeti, Arapça ezan yasağının kaldırılması tartışılırken Celal Bayar;

"Arkadaşlar, kararımızla Atatürk'ün ruhu muazzep olmaz mı (acı çekip incinmez mi)?" diye sormuş, dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Nihat Reşat Belger'in;

"Büyük zaferimiz üzerine Atatürk'ün ruhu o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim!" (9) yanıtı üzerine, Celal Bayar’ın ruhu huzur bulmuş olacak ki yasa değişikliği gerçekleşmiştir.

5665 sayılı Yasa tasarısının TBMM’de görüşülmesine geçilirken, CHP sıralarında bir kargaşa yaşanmış, oturumu yöneten Hulusi Demirelli, CHP adına söz alan Trabzon Milletvekili Cemal Reşit Eyüboğlu'nun aleyhte konuşacağını açıklamasına CHP'liler itiraz etmişler ve CHP sıralarından ‘‘Belli değil, hakkında konuşacak’’ sesleri duyulmuş böylece; Kemalist Büyük Türk İnkıâbı’nın yıpratma sürecinin başlangıç noktalarından birisi olan Türkçe ezan konusunda CHP'nin ödün vereceği ve verdiği belli olmuştur.

Kürsüye gelen Eyüboğlu, ‘‘Bu memlekette milli devlet ve milli şuur politikası Cumhuriyetle kurulmuş ve CHP bu politikayı takip etmiştir’’ diye başlamış ve Türkçe ezan konusunda:

“ .. ezan meselesi de bir dil ve milli şuur meselesi telakki edilmiştir. Milli devlet politikası, mümkün olan her yerde Türkçe'nin kullanılmasını emreder. Türk vatanında ibadete çağırmanın da öz dilimizle olmasını bu bakımdan daima tercih ettik.

Türkçe ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politika münakaşası açmaya taraftar değiliz. Milli şuurun bu konuyu kendiliğinden halledeceğine güvenerek, Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız.'' (10) Açıklamasında bulunarak, teslimiyetçi bir tutum izlemiştir.

Konu ile ilgili olarak halkın tepkisine gelince;
1932’de Ezanın Türkçe okunması ile ilgili karar radyolardan ilân edilince halk, Türkiye’nin dört bir yanında sevinçten sokaklara dökülmüş, Tüm gözler minarelere çevrilmiş ve ilk ezan sesini beklemeye başlamış, Türkçe ezanı duyan halk sevinçten çılgına dönmüştür. (11)

Aynı halk, 1950’de ezanın yeniden Arapça’ya dönüştürüldüğünde; Türkiye’nin dört bir yanında, cami sayısınca bir sevinç yumağı, insan sayısınca mutluluktan ağlayan bir yürek oluşturmuşlar (12), "kendini öz vatanında hissedenler olmuştur.”

Aynı nesil halkın (18 yıllık süreçte yeni bir nesil yetişmeyeceğine göre nesil aynı) bu denli çelişkili davranmasını, ulusallaşma ve aydınlanma sürecinin tamamlanamadığının bir sonucu olduğunu vurguladıktan sonra belirtmek isterim ki; din bir inanç sistemidir ve inanç sahipleri inandıkları dinin gereği olan ibadeti yerine getirirler. İbadet toplumsal bir kurumdur. Ezan ise topluma namaz vaktini bildiren bir çağrı yöntemidir. Doğaldır ki, toplum hangi dili konuşuyor ise ibadet dili ve ibadete çağrı dili o dilde olmalıdır. Ancak din, hiçbir zaman, kişisel ya da siyasi çıkar aracı olmamalıdır.
______________

(1) Neşat Çağatay, İslam Tarihi, Ankara, 1993, s.6.
(2) http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/440_Turkce_Ezanin_Oykusu.php
(3) “Cumhuriyet dönemimizde” diyorum çünkü Türkler Müslümanlıkla ilk kez tanıştıklarında Türkçe ibadet edip Türkçe Kur’an okumuşlar, doğal olarak çağrılarını da Türkçe yaptıkları gibi Osmanlı döneminde bile bir dönem ibadete Türkçe çağrı yapılmıştır.
(4) http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk%C3%A7e_Ezan
(5) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 13/3/1626-320.
765 sayılı Kanun, Avrupa Birliğine uyum sürecinde yürürlükten kaldırılarak, yerine 26.09.2004 tarihli ve 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunun yürürlüğe konulmuştur. Böylece; Mahmut Esat Bozkurt’un 765 sayılı Kanunun gerekçesine yazdığı aşağıdaki satırlar da arşivlik olmuş ve oradan, yüksek voltlu aydınlanma aracı gibi anlamak isteyenleri aydınlatmayı sürdürmektedir:
Kanunları dine dayanan devletler kısa bir süre sonra memleketin ve milletin isteklerini karşılayamaz olurlar. Çünkü dinler, değişmez hüküm ifade ederler. Yaşam süreklidir. İhtiyaçlar hızla değişir; din kanunları mutlaka ilerleyen yaşam karşısında şekilden ve ölü kemiklerden öte bir değer, bir anlam taşımazlar. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinler sadece bir vicdani işi olarak kalması (gerekir) …. (Özgün metnine uygun aktaran; Çetin Yetkin, İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri, Başlangıçtan Atatürk’e- Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayını, Antalya, 2007, . 2. Cilt, s.885.)
(6) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 23.06.1936-3337. (Yasa metinleri için bakınız; Yürürlükteki Bazı Kanunların Mülga Hükümleri Külliyatı, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, 1998, Cilt:1, s.53,58,89.)
(7) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 26/6/1941-4827.
(8) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 17/6/1950-7535.
(9) http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/440_Turkce_Ezanin_Oykusu.php
(10) http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2000/06/17/215558.asp
(11) http://www.milligorusportal.com/showthread.php?t=14996
(12) http://www.milligorusportal.com/showthread.php?t=14996)