30 Kasım 2018 Cuma

Bir Konferansın Ardından "6-7 EYLÜL 1955 İSTANBUL OLAYLARI VE DÜŞÜNÜR MEHMET ARİF DEMİRER’İN BİR KANAAT ÖNDERİ OLARAK DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ... Hüsnü MERDANOĞLU Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar

6-7 EYLÜL 1955 İSTANBUL OLAYLARI VE DÜŞÜNÜR MEHMET ARİF DEMİRER’İN BİR KANAAT ÖNDERİ OLARAK DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...
Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar

Sayın Mehmet Arif Demirer, 28 Kasım 2018 Çarşamba günü, Ankara’da bir gurup yurttaşlarla bir araya gelerek, “6-7 Eylül 1955 İstanbul Olayları” konulu bir konferans verdi. İlerlemiş yaşına, sağlığı nedeniyle yürüme zorluğu çekmesine rağmen, konuşması çok akıcı, heyecan verici ve öğretici idi. O konuştukça katılımcılar, “tamamı belgelerle açıklanan ve ömürlerinde ilk defa duydukları tarihi gerçekler karşısında” şaşkınlıklarını gizleyemediler.
GENEL OLARAK OLAYLA İLE İLGİLİ YORUMLARI ŞÖYLE ÖZETLEMEK MÜMKÜN:
5 Eylül 1955 gecesi Selanik’teki Atatürk Müzesi yakınında bomba patlatılmış; Ertesi gün, Yazı İşleri Müdürü Gülşin Sipahioğlu olan İstanbul Ekspres gazetesinin 16.00'da ikinci baskısı yayınlatılarak ve iri puntolarla "ATAMIZIN EVİ BOMBA İLE HASARA UĞRADI" haberini yaymıştır. Bu haber halk üzerinde şok etkisi yapmış ve vahim olayların körüklenmesine neden olmuştur. Kısa sürede patlak veren olaylar esnasında, başta Rum kökenli yurttaşlarımızın olmak üzere azınlıkların ev ve işyerlerine saldırılar düzenlenmiş, üstelik bu saldırılar, ayni günlerde İstanbul pek çok uluslararası kongreye ev sahipliği yaptığı bir için İstanbul’da bulunan çok sayıda yerli ve yabancı gazetecilerin gözleri önünde olmuştur.
Sayın Mehmet Arif Demirer’in belgelere dayalı olarak açıkladığı gibi; “kalkışmayı düzenleyen menfur çevrelerce” ülkemizde azınlıklara kıyım yapıldığı imajı verilmek istenmiştir. Dahası bu, insanlık, hukuk ve ahlâk dışı çirkin olayların gerisinde hükümetin ve hükümetin yönlendirdiği (o dönemde adı MAH olan) istihbarat kuruluşunun olduğu söylemi, çok art niyetli ve kasıtlı bir provakasyon biçimde yaygınlaştırılmıştır.
Her daim dikkatle araştıran, araştırmalarının sonucunu gazete, dergi ve kitaplara aktarıp kamuoyu ile özenle ve önemle paylaşan, böylece “aydın” olma yükümlüğünü tam bir onur, bilimsel, disiplin, dürüstlük ve sorumlulukla yerine getirerek, çevresini aydınlatan, Araştırmacı-Yazar Mehmet Arif Demirer’in tespitleri ve açıklamaları kısaca şöyle olmuştur:
Araştırmacı-Yazar Mehmet Arif Demirer’in tespitleri ve açıklamaları kısaca şöyle olmuştur:
-6 Eylül gecesi, bir hafta önce (o tarihte İstanbul’da toplanan uluslararası kongreler, yoğun görüşme trafiği ve saygınlık ağırlıklı etkinlikler nedeniyle) Valiliğin yazılı emri ile alarma geçirilen, Birinci Ordu Komutanlığından saat 20.00’de İstanbul’un belirlenmiş adreslerinde konuşlandırılmış olmaları istenen on dokuz tabur asker dört saat gecikme ile 24.00’de gelmiş ve hükümetin ilan ettiği sıkıyönetimle durumu kontrol altına alamamıştır.
- Öncelikle olayı doğru olarak ortaya koyabilmek için 6-7 Eylül olayları tarzında “iki gün sürmüş gibi” ifade edilmesi abartıdır, yalan ve iftiradır. Çünkü olay sadece 6 Eylül 1955 günü gerçekleşmiştir. 7 Eylül günü kayda değer hiç bir olay yaşanmamıştır.
- Sonrasında da olaylar, art niyetli oldukları zaman içinde kanıtlanan bir takım kasıtlı çevrelerce sürekli abartılmıştır. Örneğini, bir gazeteci Mümtaz Türköne, (Zaman gazetesinde) bu olayların “iki gün, iki gece” sürdüğünü yazabilmiştir.
Ayrıca; Olayların yaşandığı tarihte, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan ve aynı dönemde oğlu (Dr. Orhan Köprülü) Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı olarak görev yapan, üstelik Demokrat Parti’nin dört kurucusundan biri olan Ord. Prof. Fuat Köprülü’nün açıklamaları ile olaya Yassı Ada davaları arasına taşınmıştır.
Adı geçen Fuat Köprülü 27 Mayıs 1960 darbesinden 9 gün sonra: “Hadiseler, Fatin Rüştü ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir” biçimi yalan, yanlış ve iftira niteliği taşıyan talihsizya da art niyetli ve kasıtlı açıklamasını yapabilmiştir.
-Özellikle bu yalan-yanlış ve maksatlı beyanlar esas alınarak, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Başvekil Adnan Menderesaltışar yıl Ağır Hapis cezasına çarptırılmışlardır.
Gerçek durum bu iken, 6 Eylül 1955 olayının geresindeki amaç nedir sorusunun yanıtlanması gerekir.
Sovyet (SSC) öncesi Rusya’da hükümetin emriyle güvenlik güçlerinin Yahudi azınlıklara karşı giriştikleri acımasız kitlesel katliamların açıklanması/tanımlanması için kullanılan ve uluslararası söylemlere geçen “Progrom” olarak isimlendirilen girişimlerin benzerinin Türkiye’de Rumlara karşı yapıldığı yönünde dünya kamuoyunda Türkiye’yi suçlamaya yönelik bir eylem olduğu anlaşılmaktadır.
Hiçbir hükümet kendi ülkesini, dünya kamuoyu önünde suçlu duruma düşürmeyeceği için, bu olayın Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yönetimve kontrolü altında faaliyet gösteren birkurum tarafından gerçekleştirmiş olması mümkün değildir. Tamimiyle dış kaynaklı bir provokasyondur.
Atina radyosunun 10 Eylül 1955 günü; “İstanbul ve İzmir'deki olaylar; İngiliz diplomasi plânlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü değildir; bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir provokasyondur” içeriğinde yorum yapmış olması, minareyi çalanın kılıf arama arayışında olduğunu anımsatmaktadır.
Konferans sonunda; Anlattıklarının tamamını içeren kitapları kendisini dinlemeye gelenlere ücretsiz olarak dağıttı Sayın Mehmet Arif DEMİRER.. Bugüne kadar yazdığı onlarca kitaptan mevcutları bile dağıtmayı arzuluyordu aslında..
Sonunda; “Atatürk’ü sevmeyenlerden siyah leke ve biz.”, “Amerikalı arkadaşı Atatürk’ün Devrimlerini Anlatıyor.”, “Atatürk’ü vatan Toprağına Kavuşturmuştuk“ adlı 3 kitabı ile Kemalist Demokrat Türkiye dergisini, salonda hazır olan izleyici ve dinleyicilerine, günün anısına “hediye olarak” verdi.
Bunların içinde biri vardı ki; Bizzat kendisinin de genç bir İzci olarak katıldığı ve görevli sıfatıyla hazır bulunduğu “10 Kasım 1953 günü Atatürk’ü Vatan Toprağına Kavuşturmuştuk” adlı kitabını tanıtırken heyecandan elleri titriyor, “o tarihi günde yaşadığı anılar canlanıyor ve unutulmaz hatıralarını adeta yeniden yaşıyor gibi” heyecanlanıyor ve bu anıları tekrar yaşamanın sevinci, gurur ve mutluluğu ile kitabı bir o yana bir bu yana çeviriyordu.
Gördüğüm kadarıyla, Programın yöneticisi bile bu heyecandan etkilendi.
Zira konuşmaya başladığında yaşadığı sağlık sorununu anlatmıştı. Sonra konuyu aydınlattı. Meğer Mehmet Arif Demirer, 10 Kasım 1953 günü Atatürk’ün, Anıtkabir’de vatan toprağına defin töreni sırasında şahsen ve görevli olarak orada imiş. Beli ki bunca yıla rağmen etkileri hâlâ devam ediyor olmalı.

9 Kasım 2018 Cuma

TÜRKÇE EZAN UYGULAMASININ YASAL SÜRECİ "Hüsnü MERDANOĞLU & Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar" -Cumhuriyet döneminde Türkçe ezan uygulanması Atatürk sağ iken başlamış, yasal düzenleme 1941 yılında yapılmıştır. 1950 yılında yapılan ayrı bir yasal düzenleme ile geriye dönüş gerçekleşmiştir.

TÜRKÇE EZAN UYGULAMASININ YASAL SÜRECİ
Hüsnü MERDANOĞLU
Atatürkçü Düşünür

Kemalist Yazar

Günlük yaşamımızda “ezan indiği şekli ile okunmalıdır” görüşünde olanlara rastlanmaktadır. Oysa ezan, indirilen bir sure ya da ayet olmadığı gibi Kur’an bile “indirilmiş” değildir. Din bilimcilerine göre Arap dili de kutsal değildir. “Çünkü Tanrı peygamberine bir dil ile hitap etmez.” Tanrı, buyruklarını, yasaklarını ve öğütlerini peygamberin kalbine doğurur (vahiy eder).(1)

Cumhuriyet döneminde Türkçe ezan uygulanması Atatürk sağ iken başlamış, yasal düzenleme 1941 yılında yapılmıştır. 1950 yılında yapılan ayrı bir yasal düzenleme ile geriye dönüş gerçekleşmiştir.

Türk Dil Kurumunun sözlüğünde ezan; namaz vaktini bildirmek için müezzinin yüksek sesle yaptığı çağrı olarak tanımlanmaktadır.

Yani ezan bir çağrı (davet) şeklidir ve ezan metnine, Kur’an’ın bölümleri olan surelerde ve sureleri oluşturan hiçbir ayette rastlanmamaktadır. İslâmiyet’in ilk yıllarında saat, radyo ve diğer çağrı ve uyarı araçları olmadığından duyurma ya da çağrı, sesli olarak yapılmıştır. O dönemde doğal olarak namaz vakitlerinin Müslümanlara duyurarak, birlikte namaz kılınması da ezan okunarak gerçekleştirilmiştir. Hitap edilen toplum (yani camiye çağrılan cemaat) Arap olduklarından ve Arapça konuşup, Arapça anladıklarından dolayı, doğaldır ki çağrı şeklide Arapça olmuştur.

Kaldı ki, Kur’an’ın Fussilet Suresinin 44. Ayetinde; Arapça bilen bir topluma, Arapça olmayan bir dile Kur’an indirilmesinin doğru olmayacağı anlamında uyarı bulunmaktadır.
*
Uygulamaya koyduğu her ilke ve inkılâbı önce bilim süzgecinden geçirerek ve halka benimseterek yaşama yansıtan, her uygulaması evrensel özelikte olan devlet kurucu Atatürk, Türkçe ezan okunmasının din yönünden bir sakıncasının olup olmadığını tartıştırdıktan sonra, ilk Türkçe azanı 1932'de yani kendi sağlığında okutmuştur.

Hafız Burhan, Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi hafızlarının bulunduğu bir komisyon da Aralık 1931 tarihinden itibaren konu üzerinde çalışmış, ezanın Türkçe çevirileri yapılmış, okunacak metin ile ses uyumu (ahenk) saptanmıştır.

Bu çalışmalar sonucunda aşağıdaki metin benimsenmiştir;
"Tanrı uludur; Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı'dan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha (huzura erme)
Namaz uykudan hayırlıdır."

Konuya resmiyet kazandırmak için Diyanet İşleri Başkanlığı 18 Temmuz 1932 tarihinde 636 sayılı bildiri (genelge) ile bu metni bütün camilere göndermiştir. (2)

Cumhuriyet dönemimizde Kur'an’ın Türkçe meali / tercümesi (3) ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Yerebatan Camii’nde ilk Türkçe ezan da, 30 Ocak 1932 tarihinde Fatih Camii’nde okunmuştur. 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi’nde de, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kur'an, Tanrının büyüklüğünü dile getiren (tekbir) ve namazdan önce okunan iç ezan (kaamet) okunmuştur.
**
Türkçe ezan okutulması ile ilgili yasal sürece gelince; Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Şubat 1933tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını buna uymayanların kesin şekilde cezalandırılacağı bildirilmiş, (4) ancak bu bildiri bir yasa hükmüne dayanmamıştır. Türkçe ezan uygulamasına yönelik yasa ile ilk düzenleme, 1941 yılında 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 526 ncı maddesinde yapılarak uygulamaya konulmuştur.

Mart 1926 tarihinde yürürlüğe giren ve Kemalist Türkiye’nin temel yasalarından olan 01.03.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununun (5); yetkililerin vereceği emre uymayanların cezalandırılacağını düzenleyen 526 ncı maddesine 1936 yılında, 11.06.1936 tarih ve 3038 sayılı Kanun (6) ile yapılan değişiklik sonucunda;

“Şapka iktisası hakkındaki 671 numaralı kanunla Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkındaki 1353 numaralı kanunun koyduğu memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif hareket edenler üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezasiyle cezalandırılırlar.” hükmünü içeren ikinci fıkra eklenmiştir. Böylece; devrim kanunları ile ilgili yaptırım hükme bağlanmış, ancak ezan konusuna değinilmemiştir.

1941 yılında 02.06.1941 tarihli ve 4055 sayılı Kanun (7) ile yapılan değişiklik soncunda, söz konusu maddenin ikinci (son) fıkrası aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:

“Şapka iktisası hakkında 671 sayılı kanunla Türk harflerinin kabul ve tatbikına dair 1353 sayılı kanunun koyduğu memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif hareket edenler veya Arapça ezan ve kamet okuyanlar üç aya kadar hafif hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar hafif para cezasiyle cezalandırılırlar.”

1950 Mayısında iktidara gelen Demokrat Parti, aynı yılın Haziran ayında 16.06.1950 tarihli ve 5665 sayılı Kanunu (8) yürürlüğe koymuştur. 765 sayılı Kanunun sadece 526 ncı maddesini düzenlemek için yürürlüğe konulan bu Kanun ile 526 ncı maddenin ikinci fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:

“Şapka iktisası hakkında 671 sayılı kanunla Türk harflerinin kabul ve tatbikına dair 1353 sayılı kanunun koyduğu memnuiyet veya mecburiyetlere muhalif hareket edenler 3 aya kadar hafif hapis veya 30 liradan 600 liraya kadar hafif para cezasiyle cezalandırılır.”

Görüldüğü üzere; 5665 sayılı Kanun, doğrudan doğruya 526 ncı maddeye 1941 yılında konulan “arapça ezan ve kamet okuyanlar” ibarelerinin yasa metninden çıkarılması için yürürlüğe konulmuş böylece; Arapça ezan okuyanların cezalandırılacağı hükmü yürürlükten kaldırılmakla birlikte, Türkçe ezan okunması da yasaklanmamıştır. Bundan sonra da bu konuda başka bir yasal düzenleme yapılmamıştır.
*
Türkçe ezan okunması ve yeniden Arapça’ya dönülmesini halk nasıl karşılamıştır? Siyasilerin tutumu ne olmuştur? Konu, Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülürken, Cumhuriyet Halk Partisi grubunun tutumu ne olmuştur? Sorularının yanıtına gelince:

Çok partili yaşamın ilk başbakanı ve eski CHP’li Adnan Menderes, 4 Haziran 1950'de verdiği bir demeçte ‘‘Arapça’’ yerine ‘‘din dili’’ tanımını kullanarak, Arapça ezan uygulamasına dönüleceğinin ipucunu vermekle, sanki dinin özel bir dili varmış gibi, bu konuda yeterli bilgisi olmayan halk çoğunluğuna şirin görünme yolunu yeğlemiştir.

Atatürk dönemini yaşamış, bu dönemde bakanlık ve Başbakanlık yapmış olan çok partili yaşamın ilk Cumhurbaşkanı Celal Bayar başkanlığında toplanan DP hükümeti, Arapça ezan yasağının kaldırılması tartışılırken Celal Bayar;

"Arkadaşlar, kararımızla Atatürk'ün ruhu muazzep olmaz mı (acı çekip incinmez mi)?" diye sormuş, dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Nihat Reşat Belger'in;

"Büyük zaferimiz üzerine Atatürk'ün ruhu o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim!" (9) yanıtı üzerine, Celal Bayar’ın ruhu huzur bulmuş olacak ki yasa değişikliği gerçekleşmiştir.

5665 sayılı Yasa tasarısının TBMM’de görüşülmesine geçilirken, CHP sıralarında bir kargaşa yaşanmış, oturumu yöneten Hulusi Demirelli, CHP adına söz alan Trabzon Milletvekili Cemal Reşit Eyüboğlu'nun aleyhte konuşacağını açıklamasına CHP'liler itiraz etmişler ve CHP sıralarından ‘‘Belli değil, hakkında konuşacak’’ sesleri duyulmuş böylece; Kemalist Büyük Türk İnkıâbı’nın yıpratma sürecinin başlangıç noktalarından birisi olan Türkçe ezan konusunda CHP'nin ödün vereceği ve verdiği belli olmuştur.

Kürsüye gelen Eyüboğlu, ‘‘Bu memlekette milli devlet ve milli şuur politikası Cumhuriyetle kurulmuş ve CHP bu politikayı takip etmiştir’’ diye başlamış ve Türkçe ezan konusunda:

“ .. ezan meselesi de bir dil ve milli şuur meselesi telakki edilmiştir. Milli devlet politikası, mümkün olan her yerde Türkçe'nin kullanılmasını emreder. Türk vatanında ibadete çağırmanın da öz dilimizle olmasını bu bakımdan daima tercih ettik.

Türkçe ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politika münakaşası açmaya taraftar değiliz. Milli şuurun bu konuyu kendiliğinden halledeceğine güvenerek, Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız.'' (10) Açıklamasında bulunarak, teslimiyetçi bir tutum izlemiştir.

Konu ile ilgili olarak halkın tepkisine gelince;
1932’de Ezanın Türkçe okunması ile ilgili karar radyolardan ilân edilince halk, Türkiye’nin dört bir yanında sevinçten sokaklara dökülmüş, Tüm gözler minarelere çevrilmiş ve ilk ezan sesini beklemeye başlamış, Türkçe ezanı duyan halk sevinçten çılgına dönmüştür. (11)

Aynı halk, 1950’de ezanın yeniden Arapça’ya dönüştürüldüğünde; Türkiye’nin dört bir yanında, cami sayısınca bir sevinç yumağı, insan sayısınca mutluluktan ağlayan bir yürek oluşturmuşlar (12), "kendini öz vatanında hissedenler olmuştur.”

Aynı nesil halkın (18 yıllık süreçte yeni bir nesil yetişmeyeceğine göre nesil aynı) bu denli çelişkili davranmasını, ulusallaşma ve aydınlanma sürecinin tamamlanamadığının bir sonucu olduğunu vurguladıktan sonra belirtmek isterim ki; din bir inanç sistemidir ve inanç sahipleri inandıkları dinin gereği olan ibadeti yerine getirirler. İbadet toplumsal bir kurumdur. Ezan ise topluma namaz vaktini bildiren bir çağrı yöntemidir. Doğaldır ki, toplum hangi dili konuşuyor ise ibadet dili ve ibadete çağrı dili o dilde olmalıdır. Ancak din, hiçbir zaman, kişisel ya da siyasi çıkar aracı olmamalıdır.
______________

(1) Neşat Çağatay, İslam Tarihi, Ankara, 1993, s.6.
(2) http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/440_Turkce_Ezanin_Oykusu.php
(3) “Cumhuriyet dönemimizde” diyorum çünkü Türkler Müslümanlıkla ilk kez tanıştıklarında Türkçe ibadet edip Türkçe Kur’an okumuşlar, doğal olarak çağrılarını da Türkçe yaptıkları gibi Osmanlı döneminde bile bir dönem ibadete Türkçe çağrı yapılmıştır.
(4) http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk%C3%A7e_Ezan
(5) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 13/3/1626-320.
765 sayılı Kanun, Avrupa Birliğine uyum sürecinde yürürlükten kaldırılarak, yerine 26.09.2004 tarihli ve 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunun yürürlüğe konulmuştur. Böylece; Mahmut Esat Bozkurt’un 765 sayılı Kanunun gerekçesine yazdığı aşağıdaki satırlar da arşivlik olmuş ve oradan, yüksek voltlu aydınlanma aracı gibi anlamak isteyenleri aydınlatmayı sürdürmektedir:
Kanunları dine dayanan devletler kısa bir süre sonra memleketin ve milletin isteklerini karşılayamaz olurlar. Çünkü dinler, değişmez hüküm ifade ederler. Yaşam süreklidir. İhtiyaçlar hızla değişir; din kanunları mutlaka ilerleyen yaşam karşısında şekilden ve ölü kemiklerden öte bir değer, bir anlam taşımazlar. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinler sadece bir vicdani işi olarak kalması (gerekir) …. (Özgün metnine uygun aktaran; Çetin Yetkin, İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri, Başlangıçtan Atatürk’e- Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayını, Antalya, 2007, . 2. Cilt, s.885.)
(6) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 23.06.1936-3337. (Yasa metinleri için bakınız; Yürürlükteki Bazı Kanunların Mülga Hükümleri Külliyatı, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü yayını, Ankara, 1998, Cilt:1, s.53,58,89.)
(7) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 26/6/1941-4827.
(8) Resmi Gazete’de yayın tarih ve sayısı; 17/6/1950-7535.
(9) http://www.kongar.org/aydinlanma/2004/440_Turkce_Ezanin_Oykusu.php
(10) http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2000/06/17/215558.asp
(11) http://www.milligorusportal.com/showthread.php?t=14996
(12) http://www.milligorusportal.com/showthread.php?t=14996)

9 Ekim 2018 Salı

İSMET İNÖNÜ VE ABD BAYRAĞININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ "Hüsnü MERDANOĞLU" Atatürkçü Düşünür Kemalist Yazar

İSMET İNÖNÜ VE ABD BAYRAĞININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Hüsnü MERDANOĞLU
**
Batı Cephesi Komutanı ve Lozan antlaşmasının kahramanı İsmet İnönü’nün, bir ABD yetkilisinin Ankara’ya geldiği gün protokol gereğince elindeki ABD bayrağının bulundurması konu edilerek, kimi eleştirilere neden olunmuştur. Konu ile ilgili düşüncelerimi, paylaşmayı yurttaşlık görevi bilmekteyim.
**
Dünyadaki ekonomik, sosyal, siyasi ve teknolojik koşulların gerisinde kalan Osmanlı Devletinin ticaret yönetimi, başta İngilizler olmak üzere yabancıların denetimine girmiş, Ordunun yönetimi de Almanlara bırakılmıştı.

Bu süreçte, sonu gelmez savaşlarla iyice kaynaklarını ve gücünü tüketen Rusya ve Avrupa devletlerince, “Şark Sorunu” olarak gördükleri ve “Hasta adam” olarak değerlendirdikleri Osmanlı’yı, tarihe karıştırmanın fırsatını yakalamanın mutluluğunu yaşamaktaydılar.

30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Koşulları karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları sömürgeleşmek, Türk halkı köleleşmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı.

O günlerin Amerika kamuoyunun düşüncelerini yansıtan, Amerika’nın Türkiye eski elçisi Henry Margenthau, “Cinayet, Kur’an tarafından Muhammet dininin bir parçası olarak kabul edildiği sürece, Müslümanların Hıristiyanları ya da Yahudileri idare etmesine izin verilmemelidir.” gibi bir yaklaşımı sergilemişti.

Amerika’nın Türkiye hakkında bilgi kaynağı olan Amerikan Yüksek Komiseri Amiral Bristol’un 29 Ocak 1920 günü Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda şu tümcelere yer vermişti:

“… Türkiye’de hizmet gördüğüm yıllar boyunca, ihtiyar Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan bütün ırklar ve milletler üzerinde eski Türk yönetiminin kaldırılması gerektiğini daima en büyük güç ve şiddetle savundum… Türkler, hem kendilerini, hem de başkalarını yönetmede yeteneksizdirler.”

Amerikan Desteği ile İzmir’in İşgali ve Yunan Kıyımı 
(15 Mayıs 1919)
Mondros Koşullarını kendi beklentileri doğrultusunda hazırlayan egemen güçler, bu anlaşmanın 7. maddesine kendi güvenliklerini tehlikede görmeleri durumunda istedikleri yeri işgal etme hükmünü koymuşlardı. Mondros’tan sonra egemen güçlere karşı İzmir’de hiçbir etkinlik olmadığı halde; İngilizler, Yunanlılar tarafından İzmir’in işgalini çabuklaştırma gayreti içine girmişlerdir. Üstelik bu yörede geleceğini güvencede görmeyenler, Türkler idi. Rumlar, Mondros Koşullarını izleyen günlerde, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle uzaklaştıkları Anadolu’ya geri gelerek taşınmaz mal (gayrimenkul) almaya başlamakla birlikte, taşkınlıklara ve kıyıma da girişmişlerdi.

İzmir işgal olunduğunda; “Osmanlı yurttaşı yerli Rumlar, erkekleri silâhlı; ka­dın ve çocukları, ellerinde mavi-beyaz Yunan bayraklarıyla ken­tin caddelerini doldurmuş, … 9 Eylül 1922’ye dek sürecek ve Anadolu’yu yangın yerine döndürecek bir vahşet dönemi, o gün İzmir’de başlamıştı”.

İzmir’in işgaline karşı gelinmesi, İstanbul Hükümeti tarafından İzmir’e gönderilen “Saray Kurulu” aracılığı ile engellenmiş, gelişmeleri not eden bir Fransız yetkili, o koşulların olaylarını şu şekilde günümüze taşımıştır:

“Yürüyüş kolunun önünde çok büyük bir Yunan bayrağı vardı. Herkes çılgınca ‘Zito Venizelos’ diye bağırıyor, sancaktar durmadan bayrağı sallıyordu. Gösteri yapanlar, gürültü içinde gitgide kendilerini kaybettiler. Bu biçimde, içinde çok sayıda Türk askerinin bulunduğu büyük kışlanın önüne geldiler. ... Kışlanın içinde ölü ve yaralılar yere serildiler. … Türk subaylar iki sıra olarak saldırganlar arasında, yavaş yavaş yürümeye zorlandılar. Perişan kafile sonunda liman önün­de durdu. Ölü ve ağır yaralılar yollara bırakılmıştı. … İz­mir’deki Yunan Bankası ve çevresinden, civardaki Rum evlerinden a­teş açıldı. Yunan denizciler gülüşerek Türk subaylara ni­şan alıyorlardı. Otuzdan fazla subay vurularak, binecekleri geminin ö­nünde, rıhtıma düştü. Geri kalanlar, türlü hakaretlerle bindikleri gemi­nin ambarına, hayvanlarla beraber tıkıldılar.

… Rıhtımda ve kışlalar önünde, eşlerinden ya da oğullarından bir haber almak için bekleşen Müslüman kadınlar hakarete uğramış, çarşafları yırtılmıştır. Sokaklar, işlenen cinayetlerin izleri ve artıklarıyla doludur. Öldürmeler giderek yerini hırsızlıklara bırakmaktadır.”

Fener Rum Patrikliği’ne bağlı, Osmanlı yurttaşı bir “din adamı(!)” görünümündeki İzmir Metropoliti Hrisostomos, bunca vahşetin ya­şandığı İzmir işgalini, kilisede yaptığı, daha sonra bildiri olarak dağıtılan konuşmasında şöyle kutsamıştı:

“Bugün sizleri, muhte­şem ve ilahi bir törene davet ettik. … Kardeş­ler beklenen an gelmiştir. Yüzyıllık arzular yerine gelmektedir. Ola­ğanüstü yıllar yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu, anamız Yunanis­tan’la birleşmek yolunda, bağrımızı kızgın demir gibi yakan ve kavuran o şiddetli, derin ve yakıcı arzumuz, işte bugün, tarihi minnetle anılması gereken 15 Mayıs günü gerçekleşiyor. Bugünden sonra, büyük vatanı­mız Yunanistan’ın ayrılmaz bir parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, Küçük Asya sahillerine çıkmaya başlamıştır. Yaşasın Helenizm.”

Bir saptamaya göre; 15 Mayıs 1919’da Yunan güçlerinin İzmir’e girmesiyle, 1.239.782 Türk ve Müslüman, 298.373 Rum’un zülüm ve esaretine girmişti. Osmanlı yönetimi İzmir’in işgal olunacağını halktan gizlemiş,ancak halk doğal olarak İzmir’in işgaline tepki göstermiş, Müdafaa-i Hukuk derneklerinde birleşerek ulusal onurumuzun korunmasına, maddi ve manevi güç vermişlerdi.

İşte Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde, Kuvayı Milliye’nin kurumlaştırılarak başlatılan Türk Ulusal Bağımsızlık (Kurtuluş) Savaşı, bu vahşeti durdurmayı ve bağımsızlığı sağlamayı gerçekleştirmenin mutlu sonun savaşıdır.

Bu kutlu savaşın Baş Komutanı Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), İzmir’e yönelen Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) idi. Atatürk ve ismet İnönü’nün komuta ettiği ordular 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdiğinde, Şerafettin adındaki bir asker, Hükümet Konağı’ndaki işgal güçlerinin bayraklarını indirmek için koşmuştu.

İzmir işgal olunduğunda, Hükümet konağı balkonuna; Türk bayrağı indirilerek Yunan ve Yunanlıların baş destekçisi olan İngilizlerin bayrağı asılmış idi. Ancak o işgal devletlerinin bayrakları arasında (her nedense gündeme getirilmeyen ya da üstü örtülmeye çalışılan) bir bayrak daha var idi.

Aralarında Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağı da olan işgal güçleri bayrağınıindiren Şerafettin Yüzbaşı, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın (İnönü’nün) emrinde olduğu tarihi bir gerçektir.

20 Eylül 2018 Perşembe

DEVLETİMİZİN RESMİ BELLEĞİ RESMİ GAZETENİN ÖNEMİ (Önemli hatırlatma; Resmi Gazete yayınına, sadece Sakarya’da cephe savaşı yapıldığı günlerde bir süre ara verilmiştir) Hüsnü MERDANOĞLU (E. Başbakanlık Uzmanı)


DEVLETİMİZİN RESMİ BELLEĞİ RESMİ GAZETENİN ÖNEMİ (*)
Hüsnü MERDANOĞLU 
(E. Başbakanlık Uzmanı)
Demokrasiyle yönetilen devletlerde yönetenlerin ve yönetilenlerin uyacakları yasalar ve benzeri yaptırımı olan yazılı hukuk kuralları, herkesin kolayca anlayacağı bir dille hazırlanır, olabildiğince yaygın iletişim organlarıyla yayınlanır ve duyurulur. Bu hukuk kuralları devletin belleği özelliğinde, en güvenilir başvuru kaynağı oldukları için her hangi bir çelişki durumunda yararlanmak üzere güvenli ortamda arşivlenir, korunur ve yararlanmak isteyenlerin hizmetine hazır halde bulundurulur.
Ülkemizde devlet belleği özelliğine sahip kaynakların başında, Türkiye Cumhuriyeti Resmi Gazetesi ve bu gazetenin geçmişten günümüze kadar korunan arşivi gelmektedir. Öncesi Osmanlı dönemine dayana “T.C. Resmi Gazete” başlığı altında yayınlanan bu devlet belleği kimi aşamalardan geçerek ve korunarak günümüze ulaşmıştır.
İlk Resmi Yayın Takvimi Vekayi
Tarihimizde, Resmi Gazete özelliğini taşıyan ilk yazılı kaynak, dünyadaki yayım yaşamından yıllar sonra 1831 yılında yayımına başlanılan “Takvimi Vekayi” dir. II. Mahmut’un bu konudaki “iradesi”nde; bir resmi yayın kaynağına ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır.
Dünya devletlerinin yayına verdikleri öneme rağmen geçte olsa, Osmanlı dönemi yöneticilerinin desteğiyle yayınlanan Takvimi Vekayi’nin, Osmanlıca ile birlikte diğer dillerde de yayımlanan ilk resmi gazete olması, halkı bilgilendirme görevini üstlenmesi nedeniyle de ayrı bir önem taşımaktadır.
Takvimi Vekayi’nin sayfaları arasında kuşkusuz tarihimizde iz bırakan birçok haber ( o dönemde devlet görevlilerinin gezileri ve resmi ziyaretler de Takvimi Vekayi’de haber olarak yer almıştır) ve kararlar yayımlanmıştır. Örneğin; 11 Nisan 1920 (1336) tarihli ve 3824 sayılı Takvimi Vekayi’nin yakın tarihimiz yönünden ve arşiv belgesi olarak ayrı bir önemi bulunmaktadır. Takvimi Vekayi’nin söz konusu tarihli sayısını önemli kılan neden; ülkemizin emperyalist güçler tarafından işgal olunması üzerine durumdan görev çıkararak, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı başlatan başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kuvayı Milliye’nin (Ulusal Güçlerin) öncülerinin idama mahkûm edilmeleri ile ilgili fetvanın yayımlanmış olmasıdır.
Bir başka belge ise; Takvimi Vekayi’nin 23 Ekim 1921 tarihli nüshasında yayınlanmıştır. Altında dönemin padişahı (anı zamanda halife) VI. Mehmet Vahdettin’in imzası olan kararname ile ayet ve hadislerin Türkçeye çevrilmesi, Türkçe olarak açıklanması yasaklanmıştır. (Anlaşılan o ki, Kuvayı Milliye’nin çabalarının Kur’an ve hadislere aykırı olmadığını vaaz ve hutbeleri ile açıklayan Mehmet Akif’in –Ersoy- açıklamalarından halkın, inandığı dini doğru anlaması önlenmek istenmiştir.)
Birçok örneği verilebilecek olan bu tarihi gerçekler; Takvimi Vekayi’nin arşivi günümüze kadar saklanıp korunduğu için, somut şekilde incelenip açıkça görüle bilinmektedir.
TBMM’nin Resmi Yayını Cerideyi Resmiye,
Türkiye Cumhuriyeti’nin öncesini, Osmanlı İmparatorluğu oluşturduğu gibi Takvim-i Vekayi'nin devamı olarak da, Cerideyi Resmiye gazetesi kabul edilmiştir.
Şunu da belirtelim ki o günler; Kuvayı Milliyecilerin haklı uğraşlarında kamuoyu oluşturmak için çok zor koşullarda çıkarmaya çalıştıkları ve yarı resmi gazete özelliğinde olan Hâkimiyeti Milliye gazetesi bir süre görev üstlenmiş, bu gazetenin yayını için; gerekli kâğıt ve dizgici gizli olarak İstanbul’dan (Dersaadet’ten) Ankara’ya getirilmiştir.
Kuvayı Milliyenin başkenti Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışını izleyen dönemde adı “Cerideyi Resmiye” olarak yayına başlayan gazetenin yasal dayanağını; TBMM’nin ilk kanunlarından olan 6 sayılı Kanun ve TBMM tarafından yürürlüğe konulan 7 Ekim 1920 tarihli Kararname oluşturmuştur.
İstanbul’da yayımlanmakta olan Takvimi Vekayi var iken, TBMM Hükümetinin yeni bir gazete yayımlaması, hem siyasi hem de tarihi bir zorunluluğun sonucunda olmuştur. Her şeyden önce o dönemde İstanbul, eylemsel olarak (fiilen) işgal altındadır.
18 Temmuz 1921 tarihini taşıyan 21 inci sayıya kadar yayımlanan Ceride-i Resmiye, Ulusal Kurtuluş Savaşının yoğun olduğu dönemde yayımlanmamıştır. Sakarya Meydan Muharebesinden sonra, 22 nci sayıdan başlayarak ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Resmi Ceridesi” adı altında yayımını sürdürmüştür.
"Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Resmi Gazetesi" adını taşıyan "Resmi Ceride", Cumhuriyetimizin kurulmasından sonra, 7 Kasım 1923 tarihli 41 inci sayıdan itibaren "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Resmi Gazetesi" başlığı altında yayımlanmıştır.
Sonra, devlet kurma ve yönetme ciddiyetine yaraşır bir sorumluluk bilinciyle, her konuda olduğu gibi Resmi Ceride konusuna da el atılmış ve 24.05.1341 (1925) tarihli “Resmi Ceridenin Neşri ve Tevzii Hakkında Kararname” (Resmi Gazete’nin Yayımı ve Dağıtımı Hakkında) yürürlüğe konulmuştur.
17 Aralık 1927 tarih ve 763 sayıdan itibaren günümüze kadar; "Türkiye Cumhuriyeti Resmi Gazete" başlığı altında aralıksız yayımlanan hukuk düzenimizi oluşturan kanun ve kuralların yayımlandığı, temel kaynak olduğu kadar temel resmi bellek özeliliğini de taşıyan bu Resmi Gazete; 01.11.1928 tarihli "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Kanunu”nun yürürlüğe girmesine dek eski yazı ile bu tarihten sonra da Latin harfleriyle yayımlanmıştır. Bu görev; Başbakanlığın merkez birimlerinden olan Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü’nün sorumluğunda, Başbakanlık Basımevi ve Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğünce sürdürülmüştür.
Develiğimiz kurucusu ve kanat geren kadroların geleceğimizi nasıl bir özen ve düzenle hazırladıklarını, ülkemizin başka ülkeler karşısında geri kalamayıp odları da geçerek, halkımızın karnı tok sırtı pek olarak yaşamasına yönelik ne denli askeri, eğitim ve ekonomik önemde yatırımların yapıp geliştirildiğini, yasama, yürütme ve yargı yönünden özenle kurumlaştırıldığını, askeri müdahale dönemlerinin yasa ve yürütme anlayışını, hükümetlerin siyasi yaklaşımlarını ve yasama organlarını yasaya verdikleri önem ile ilerleyen süreçte bu konulardaki yaklaşımları; Resmi Gazete arşivlerini somut olarak inceleyerek, belli bir sonuca varmak mümkündür.
Ne var ki, son yasal ve anayasal düzenlemelerden Resmi Gazete yayın birimi de nasibini almış, ilgili birimler kapatıldığı gibi Resim Gazete’nin kâğıt ortamında değil de, kâğıt kıtlığı nedeniyle dijital ortamda yayınlanması ve saklanmasına karar verildiği basın ve sosyal medya ortamında duyulmuştur. Bu kararın alınmasında kâğıt kıtlığının etkin olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü ülkemizi zenginlik ve genel refah yönünden mevcut durumunu; Ulusal Kurtuluş Savaşı verildiği günlerden yani değil lastik ayakkabıyı bulmak çarık bile bulunmadığı, at arpasından hedik, eşek derisinden kelik yapıldığı günlerle kıyaslamak mümkün değildir.
Resmi Bellek Olarak Resmi Gazete’nin Önemi
Osmanlı yönetiminde “belgeler” anlamına gelen “evrak” kayıtlarına önem verilmiş, başkent olarak bulunulan her ilde (Bursa, Edirne, İstanbul) devlete ait belgelikler kurulmuş, dönemin olayları kaydetmekle görevli resmi devlet tarihçileri (Vak'a-nüvisler ya da vak’anivis) kayda geçirdikleri Osmanlı belgelikleri, dünyanın en zengin tarih hazinelerindendir. Çünkü somut yazılı arşivlik belge olarak arşivlerde yerlerini almıştır.
Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte hukuk düzeninin oluşturulması hedeflendiği için çağdaş devlete yaraşır bir anlayışla hukuk devleti olgusu benimsenmiş, Devletin, Anayasanın ve yasaların yetkili kıldığı organların ve toplumun uyması için yürürlüğe koyduğu yazılı hukuk kurallarının kamuoyuna duyurulması ise hukuk devleti olmanın gereği olarak görülmüştür. Yasa koyucu ya da idare tarafında yürürlüğe konulan yazılı hukuk kurallarının "duyurma" görevini, yazılı kayıt ve belge bağlamında Resmi Gazete yerine getirmiştir. Üstelik yerel yöneticilerin, yayınlanan bu kuralların yurttaşlara duyurup, anlamalarını sağlamaları zorunlu kılınmıştır.
Teknolojik gelişmelere koşut olarak, Resmi Gazete ’ye 27 Haziran 2000 tarihinden itibaren internet ortamından ulaşılması kolaylığı sağlanmıştır. (http://rega.basbakanlik.gov.tr/) Bu yararlı hizmet geçmiş yıllara da yaygınlaştırılmıştır. Resmi Gazete’nin internet ortamında yayınlanması doğal olarak abone sayısını azalması nedeniyle baskı sayısı azaltmıştır. Ancak Resmi Gazete nüshaları devlet olmanın ciddiyeti gereğince Başbakanlığın ilgili birimince düzenli olarak arşivlenmesine devam olunmuştur. Resmi Gazete arşivleri, devlet hafızasını koruma ciddiyetiyle; Mili Kütüphane, TBMM Kütüphanesi, İstanbul Kütüphanesi ve İzmir Kütüphanesi gibi devletin temel arşiv belleklerinde yerlerini almıştır.
Resmi Gazete arşivi o denli devlet belleği ve güvenilir dayanaktır ki, Resmi Gazetelerde yayınlanan devlet yazılı kurallarını içeren ve “düstur” olarak anılan mevzuat kaymaları Cumhuriyet döneminde, III. Tertipten başlatılmıştır. Çünkü:
Birinci tertip düsturlar; 1863-1908 dönemine ait mevzuatı içine alan düsturlardır. İkinci tertip düsturlar: Meşrutiyetin ilanı tarihi olan 10 Temmuz 1908’den 23 Nisan 1920 tarihine kadar Osmanlı Devleti’nce kabul olunun mevzuata ait olanlardır. Bunun anlamı; Padişahlıktan, Cumhuriyet yönetimine geçilmiş olsa da, yazıl kaynakların arşiv özelliği korunmuş, üstelik Memurun Muhammet’i Hakkında Kanun gibi Osmanlı döneminde yürürlüğe konulan kimi kanunlar Cumhuriyet döneminde de uzun süre yürürlükte kalmıştır.
“Yok kanun, yap kanun” anlayışıyla Türk hukuk kurallarının hangisinin yürüklükte, hangisinin yürürlükte olmadığı gibi içinden çıkılmaz bir duruma düşülünce, metinler güvenilir bir şekilde derlenerek Mevzuat Bilgi Sistemi şeklinde kamuoyunun hizmetine sunulması (kadife edilmesi), Resmi Gazetelerde yayınlanan bilgilerden yararlanılarak gerçekleştirilmiştir.
**
Yazılı hukuk kurallarımızın (mevzuatımızın) derlenip kolay bulunmasını sağlamaya yönelik düzenlemelere (kodifikasyon) uzun yıllarını vermiş, devlet arşivinin öneminin bilincinde biri olarak dahası; yurduna yurttaş olma sorumluluğuyla ve devletime olan yükümlülüklerimi yerine getirme anlayışıyla belirtmek isterim ki;
Ulusal Kurtuluş Savaşı günlerinde; devlet arşivini oluşturmak, halkın olabildiğince aydınlanmasını sağlamak için İstanbul’dan mürettip (dizgici) ve gerekil araç ve kâğıt kaçırılarak, Ankara’da Resmi Gazete (o dönemdeki adı; Resmi Ceride) yayınlanmıştır.
Tarihimizde Resmi Gazete yayınına sadece ölüm-kalım koşullarının yaşanıldığı Sakarya’da cephe savaşı verildiği günlerinde geçici olarak ara verilmiştir.
Resmi Gazete konusunda uzmanlaşmış elemanların işlerine son verilip, Resmi Gazete yayınında kağıt doküman kadar güvenilir olmayan sanal ortama yönelmenin, “e devlet esir devlet” yaygın söylemi karşısında sakıncalar doğuracağının ayırdına varılarak, devlet aklının somut belgesi olan Resmi Gazete’nin hiç değilse arşiv malzemesi olarak az sayıda da olsa baskısının yapılmalıdır. Böylece bu güne dek korunan resmi kuruluşlardaki arşivlerin güvenilir şekilde varlıklarını sürdürülmesi, devletimizin sürekliliği bağlamında yaşamsal önem taşımaktadır.
*(Önemli hatırlatma; Resmi Gazete yayınına, sadece Sakarya’da cephe savaşı yapıldığı günlerde bir süre ara verilmiştir)

21 Temmuz 2018 Cumartesi

ÇANAKKALE KUŞATMASI GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR "Atatürkçü Yazar, Kemalist Düşünür: Hüsnü MERDANOĞLU"

“… Bilelim ki, elde etmiş olduğumuz bu başarı, milletin güçlerinin birleşmesinden ve ortak çalışma haline getirmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarının ve zaferin gelecekte de meydana gelmesini istiyorsak, aynı esasa dayanalım ve aynı doğrultuda yürüyelim. Çünkü başarı ancak bu şeklide elde edilebilir.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
ÇANAKKALE KUŞATMASI GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR
Hüsnü MERDANOĞLU

Sınırımıza dek dayanmış olan Projeler, ülkemizin sınır ve toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik oldukları için, Çanakkale kuşatmasının ve Sevr Antlaşmasının uzantıları olarak görmek gerekir.
***
Çanakkale Boğazı önlerine gelenlerin amaçları ile Mondros Mütarekesi, Sevr koşulları ve son günlerde Türkiye’nin bir bölümünde yeni devletçikler kurulmasına yönelik yayınlanan haritalar birlikte değerlendirildiğinde, Ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarının güncelliğini koruduğu görülmektedir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti; Birinci Dünya Savaşı (Pazar Paylaşım) sürecinde emperyalist ülkelerin paylaşma plânlarına malzeme olmuş, ekonomisi azınlıkların ya da yabancıların denetimine girmiş, iç ve dış siyaseti egemen güçler tarafından yönlendirilir dunuma düşürülmüş, günümüzün deyimiyle “küreselleştirilmiş”, mirası bölüşülmek üzere ölümü beklenen bir hasta durumuna getirilmişti.
Bu miras içinde Orta Doğu bölgesi ile Anadolu’nun ayrı bir önemi bulunmaktaydı. Üstelik Birinci Paylaşım savaşı öncesinde, Orta Doğu’nun büyük bölümü Osmanlı yönetiminin egemenliği altındaydı.
Orta Doğu’nun zengin enerji kaynaklarına sahip olması, Anadolu’nun Asya ve Afrika kıtaları arasındaki stratejik konumu, büyük suyollarını içinde barındırması, çevresindeki Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz'in kavşak noktasında bulunması, Aden Körfezi'nin stratejik ve ulaşım yönünden taşıdığı önem göz önüne alındığında, Orta Doğu ve Önasya her zaman emperyalist güçlerin ilgi alanı olmuştur.
Osmanlı Devleti, “hasta adam” durumuna düşürülünce, dönemin İngiliz başbakanı Benjamin Disraelli, Osmanlı devletinin yerini alacak bir siyasal plân hazırlamıştır. Bu plâna göre;
Balkanlarda balkan federasyonu, Kafkaslarda Kafkas federasyonu ve Anadolu’da da Anadolu federasyonu kurulacak ve daha sonra bunlar bölgenin başkenti olan İstanbul’a bağlanarak dörtlü konfederasyon oluşturulması hedeflenmişti.
Balkan bölgesinde başlayan küçük devletlere bölünme süreci, balkanizasyon olarak Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya taşınması, daha sonraları da Orta Doğu’da cemaatler ve etnik gruplar esas alınarak eyalet devletçikleri oluşturularak İstanbul’a bağlanmaları bu plânın uzantısı idi. Plânın başarısı, başkent İstanbul’un ele geçirilmesine bağlı bulunmaktaydı.
Bu amaçlar doğrultusunda, Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sırasında (1915’te) o zamanki Atlantik emperyalistlerinin askeri güçleri olarak İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale önüne geldiler. Dünya pazarını paylaşma konusunda anlaşmaya varamadıkları için kendi kıtasının devletleri ile ters düşen Almanya’nın desteklediği Osmanlı ordusunun, ölümü göze alarak savaşması sonunda o dönemin Atlantik emperyalistleri (İngiltere ve Fransa) Çanakkale’yi geçemeyince geldikleri yere geri dönmek zorunda kaldılar.
Çanakkale Savaşları, 3 Mayıs 1915 günü Albay Mustafa Kemal’in (Atatürk’ün); “Benimle beraber burada savaşan bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar yoksun kalmasına neden olacağını hepinize hatırlatırım” komutu ile yönetildi.
Dönemin Atlantik ittifakını oluşturan emperyalist güçler Çanakkale’yi geçebilselerdi; İstanbul işgal edilecek, çökmekte olan Rus ordusuna yardım için boğazlar kullanılacak ve bu yoldan asker ve silâh gönderilerek Rusların, Almanlara karşı direnmelerini sağlanacak böylece, Alman emperyalizminin doğuya yayılma önlenerek, bu bölgede kendilerinin egemen olmalarının önü açılmış olacaktı.
Savaş sonrasında, aynı plânın uzantısı olarak; Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması dayatıldı. Osmanlının tarihe gömülerek topraklarının paylaşılması süreci yaşandı. Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sonrasında Osmanlı devleti ile birlikte yenik duruma düşen Almanya’nın toprak bütünlüğüne dokunmayan galip devletler, Osmanlı’nın varlığına el koydular. Limanlar ve ulaşım yolları ile fabrikalar ve madenler, haberleşme kuruluşları bütünüyle galip devletlerin denetimine geçti. Ülkenin can damarı olan ulaşım ve haberleşmenin yabancıların eline geçmesiyle Osmanlının ülkesi üzerindeki egemenliği ortadan kalkmış oldu. Ayrıca, ordunun terhis edilmesi, silâh, cephane ve askeri kuruluşlara da el konulmasıyla, devletin koruyucu gücünün ortadan kaldırılması sürecine girildi.
Bu süreçte İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri, Türklerin ana yurdunu paylaşmak için bölgeye girdiler hem Ermenilere hem de Rumlara yardım ettiler. Böylece, Osmanlı sonrası dönemde Anadolu’da Müslüman olmayan bir siyasal yapılanmanın hazırlığı yapıldı. Amerika Birleşik Devletleri de, “Wilson ilkeleri” adı altında bölgede devletçikler kurulmasını kolaylaştırmak için hazırlanan plânlara destek verdi.
Yahudiler ise İngiliz ve Amerikan mandacısı çevreleri örgütleyerek, gelecekte İsrail devletini kuracak yapılanmanın ön koşullarının hazırlığı içinde oldular.
“Geldikleri gibi giderler.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci (Paylaşım) Dünya Savaşı’nda yenik sayılması üzerine, uygulamaya konulmak istenilen Mondros Mütarekesi koşulları uyarınca, emperyalizmin öncü gücünün İstanbul’a geldiği 13 Kasım 1918 günü, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Suriye’deki görevinden İstanbul’a döndüğü gündü. İstanbul’un kuşatıldığını gören ve ölüm ile yaşam arasındaki ince ayrımı uygulama alanı olan cephede, Türk ulusunun özverisine tanık olan Mustafa Kemal Paşa düşman için, “geldikleri gibi giderler” dedi.
Düşmanların Çanakkale’den geldikleri yere geri gönderilmeleri için; ülkenin ekonomik, sosyal, askeri, siyasi değerlerin bir araya getirilerek, işgale karşı koyacak ulusal gücün oluşması gerekmekteydi.
Ne var ki, ulusal gücün dayanakları olan; verimli topraklar, fabrikalar, ulaşım olanakları, askeri gücünün önemli bir bölümü, hepsinden önemlisi, ulusal güçlere yön vermesi, bu güçlerin örgütleyerek güç birliğini pekiştirmesi gereken siyasi güç, yani hükümet düşman güdümüne girmiş durumdaydı.
Ulusal güçlerin asıl kaynağı halk ise, yıllardan beri süren savaşlar nedeniyle varını yoğunu tüketmiş, ailesinin temel direği olan evlatlarını cephede bırakmış, yokluk ve yoksulluk içinde yaşamaktaydı.
Düşmanı geldiği yere göndermek için; Ülkenin ulusal güçlerinin (Kuvay-ı Milliye’nin) bir araya gelerek, halka güven verilmesi ve desteğinin alınması gerekmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde kurumlaşan Kuvay-ı Milliye’ye halkın destek vermesi sayesinde Sevr Antlaşmasının yırtılması sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kuvay-ı Milliye’nin başarısının ve Cumhuriyetimizin kuruluşunun uluslararası tescil belgesi ise Lozan Antlaşması olmuştur.
Bu nedenle, Sevr ile Lozan Antlaşmalarını arasındaki ilişki ateş ile su arasındaki ilişkiye benzemektedir. İki anlaşma birbirinin karşıtıdır. Sevr Antlaşmasına geri dönüş, Lozan antlaşmasının ortadan kalkması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet bütünlüğü içinde var olması, Lozan Antlaşmasın var olmasıyla yakından ilgilidir.
Konuya bu bağlamda yaklaşıldığında; Truman Doktrini, İkili Anlaşmalar, terörün kışkırtılması, özelleştirme süreci, bölücülüğün-gericiliğin yönlendirilmesi, Gümrük Birliği, NATO, IMF, Dünya Bankası ile benzeri kuruluşların kıskacına alınan ülkemize, Lozan’ın rövanşının alınmasını hedefleyen Avrupa Birliği’nin Kopenhag ölçütleri doğrultusunda, yeni bir Sevr haritasını dayatılmaktadır.
Öte yandan, günümüz emperyalizminin öncü karakolu olan ABD’nin, yeniden Kürdistan ve Ermenistan’ın kuruluşuna yönelik politikaları, Birinci (Paylaşım) Dünya Savaşı koşullarında Wilson İlkelerinden farklı değildir. İsrail ise Büyük İsrail devletini dünyanın merkezinde oluşturabilmek için Kürdistan üzerinden Türkiye’nin parçalanmasına giden süreci desteklemektedir. Günümüz Irak devletinde (!) birleştirici unsur olarak görüldüğü için “Arap” etkeninden söz edilmeden Sünni, Şii, Kürt ayrımcılığının kışkırtılmasıyla, Kopenhag ölçütleri doğrultusunda ülkemizde yapay “azınlık” yaratma çabaları örtüşmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti sayesinde zenginleşen ve daha çok kazanç hırsı yerine daha çok ulusal çıkar hedeflemesi gereken yerli sermaye sahibinin önemli bir bölümü, küresel sermayenin güdümüne girerek, emperyalist amaçlara yardımcı olmaktadırlar. Böylece; aynen Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi Türkiye’nin zenginlikleri yabancıların ya da azınlıkların eline geçmektedir.
Ulusal sorunlara, Kuvayı-ı Milliye’nin (Ulusal Güçlerin) başkenti Ankara’dan bakan, ülkesini, ulusunu seven, Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin Irak durumuna düşmesini istemeyen, insan olmaya özgü onur sahibi yurtseverlerin gördüğü üzere; emperyalist güçler, Çanakkale Savaşlarında hedefledikleri amaçlarına ulaşmak için uygulamaya koymak istedikleri Mondros koşullarından, Sevr beklentilerinden vaz geçmiş değiller. Çünkü Türkiye özelliklerini korumaktadır.
Türkiye, coğrafi ve stratejik konumu yönünden dünya devletleri içinde önemli bir yeri bulunmaktadır.
Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye, Doğunun batısında, Batının doğusundadır.
Türkiye dünyanın en sorunlu üç bölgesi olan; Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya'nın ortasındadır.
Türkiye, üç kıtanın Avrupa, Asya ve Afrika kıtasının ortasındadır.
Türkiye, Dünya petrollerinin %67’si Türkiye’nin yanı başında olan Ortadoğu ülkelerinde bulunmaktadır. (Petrolü en çok tüketen ülkeler ise ABD ve AB ülkeleridir).
70 milyonu geçen nüfusun %62’si, (yaklaşık 45 milyon insan) 65 yaşının altında olması nedeniyle, olağanüstü bir tüketici niteliğine sahip bulunmaktadır.
Bu yönü ile ülkemiz, amacı kazanç olan kapitalist kesimlerin, başka bir anlatımla, dünyada ticareti ve mali kontrolü elinde bulunduran oligarşi için (ya da dünyayı tek başlarına yönetme gayreti içinde olan elit’ler için) ayrı bir önem taşımaktadır.
Ülkemizi önemli kılan etkenlerden birisi de; “Vaat edilmiş topraklar” olarak bilinen, Tevrat’ta; “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat Nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdik” denilen bölgenin bir bölümü, Türkiye sınırları içinde bulunmasıdır.
Bütün bu nedenlerden dolayı emperyalizm için Türkiye; “Türklere bırakılamayacak kadar zengin bir ülke."dir.
Türkiye’nin bir başka özelliği ise;
İnsan onuruna en yaraşır özelilikler içeren Kemalist Büyük Türk Devrimi’ni gerçekleştirmesi ve bu devrim ilkelerinin Atatürk’ün yaşadığı dönemde, devlet yaşamına yansıtmış olması sonucu, yeryüzünün en saygın ülkesi konumuna yükseltilmiş olmamasıdır. Bu yönü ile Türkiye, emperyalist güçleri için; baruttan sonra icat edilen en güçlü silâhtır. Çünkü kaynakları sömürülen ülkelere örnek olmaktadır.
Kısaca:
Türkiye, coğrafi ve stratejin konumu yönünden olduğu gibi, Kemalist yönü ile de, küreselleşmiş olan emperyalist güçler için mercek altında olan bir ülkedir.
Fransa ve ABD yasama organlarının sözde Ermeni soykırımı yapıldığı yolunda lobi dayatmalarını karar altına almalarını, sınırımıza dek dayanmış olan, Büyük Orta Doğu Projesi’ni, Büyük İsrail Projesi’ni ve bunların uzantısı olan Büyük Ermenistan Projesi ile Kürdistan Projelerini, ülkemizin sınır ve toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik oldukları için, Çanakkale kuşatmasının ve Sevr Antlaşmasının uzantıları olarak görmek gerekir.
Dönemin İngiliz Deniz Bakanı Churchill, Çanakkale’de amaçlarına ulaşamayınca; Mustafa Kemal için; “savaşın kaderini değiştiren adam” diye söz etmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarında Mustafa Kemal Paşa’nın kurumlaştırdı Kuvay-ı Milliye sayesinde “Kağnı, kamyonu yenmiştir.”
Kağnı ile başlanılan yolda, dışa bağımlı olmayan yöneticilerin devletin kaynakları ve devlet yetkisi “Devlet Aklı” doğrultusunda kullanılarak, kalkınma sürecine giren Türkiye, Kemalist ilkelerin devlet yaşamına yansıtıldığı dönemde, yeryüzünde en hızlı ve dengeli kalkınan ülkesi olmuş, yeryüzünde yadsınılmaz bir saygınlık kazanmıştır.
***
Emperyalist güçler, Çanakkale savaşlarında “ANZAK”ların savaşma yeteneklerine güvenmişlerdi. “Ben size düşmana saldırmanızı emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum” komutu karşısında Türk askerinin ölümü göze alarak sürdürdüğü savaş karşısında, ANZAK’ların savaşma yeteneği işe yaramadı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde emperyalist güçler, üstün silâh güçlerine güvenmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, ulusal güçlerimiz sayesinde; “hırpalanmış, silâhı elinden alınmış olan bir milletle, … ruh kudretinin dünya yüzündeki bütün silahlardan üstün olduğunu” kanıtladı.
Günümüz emperyalistleri; Türk ulusunun ruh kudretini köreltmeye yönelik yayın yapan kendi denetimindeki basılı ve görsel yayın organlarına ve bu organlarda her türlü hainliği yapmaya hazır iç ve dış satın alınmışlara, burnumuzun dibine dek yaklaşan, Irak’ı “vatan” olma özeliliğinde yoksun bırakan, sözde “insan hakları” savunucularına güveniyorlar.
Günümüzde Atatürk’ün bedensel varlığı yok, ancak yaptıkları, yapmak istedikleri ve geleceğe yönelik uyarıları canlılığını ve güncelliğini koruyor.
Atatürk’ün günümüze ışık tutan sözlerinden birisi;
“… Bilelim ki, elde etmiş olduğumuz başarı, milletin güçlerinin birleşmesinden ve ortak çalışma haline getirmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarının ve zaferin gelecekte de meydana gelmesini istiyorsak, aynı esasa dayanalım ve aynı doğrultuda yürüyelim. Çünkü başarı ancak bu şeklide elde edilebilir.” içeriğindedir.
Birinci ve İkinci Dünya (Pazar Paylaşım) Savaşları ile Soğuk Savaş sürecinde Orta Doğu ve Türkiye ayrı bir önem taşımıştır. Bu önem güncelliğini korumakta ve koruyacaktır.
Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye’yi Sevr Projesi ile parçalayamayanlar, şimdilerde yeni projelerle Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit etmektedirler. Gelmiş olduğumuz bu aşamada Türkiye, Sevr’e benzer bütün projelere karşı çıkabilmesi ve bu projelerin bir kez daha geçersiz kılınması için ulusal birlik ve bütünlüğünü koruyarak, Atatürk’ün gerçekleştirdiği dış politikayı izlemelidir. Bu bağlamda; bölge merkezli yeni bir yaklaşımla komşularımızı bir araya getirerek “Sadabat Paktı”nı güncelleştirebilmesi için önce ulusal güçlerin bir araya gelerek, halka ve komşularına güven veren gücü kanıtlamaları gerekir. Bu bir ulusal (milli) zorunluluktur. Yakın tarihte Yugoslavya, Afganistan ve Irak’ta yaşanılan insanlık dışı uygulamalardan her onur sahibinin ders alması gerekir.

30 Haziran 2018 Cumartesi

TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA DERSİM KONUSU (II) (BARIŞ YOLUYLA KAZANMA ÇABALARI) Atatürkçü Düşünür-Kemalist Yazar, Hüsnü MERDANOĞLU

TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA DERSİM KONUSU (II)
(BARIŞ YOLUYLA KAZANMA ÇABALARI)
Hüsnü MERDANOĞLU
Dersim coğrafyasında, Osmanlı yönetiminin kalıtı olan derebeylik düzeninin yarattığı gerginliği sona erdirmek, yönetimle bütünleştirmek, kazanarak yurduna yurttaş olunmasını sağlamak için, başka Atatürk olmak üzere Cumhuriyet yönetimi, yörenin tarihinde hiç görülmeyen ilgiyi gösterilmiştir.
Yöreye Yönelik Cumhuriyet Dönemi Raporları
1924 genel seçimlerinde Cumhuriyet yönetimine karşı tavır takınan Dersimli aşiret reisi Seyit Rıza’nın şahsında Dersim yöresinde feodal düzenin sürdürülmesi isteği belirince, Osmanlı’dan beri sorun yaşanılan Dersim bölgesine Cumhuriyet yönetiminin ciddiyetle eğilmesi gerekmiştir. Ne var ki, Dersim yöresi halkının Alevi olarak bilinmesi, Alevilerin Ulusal Kuruluş Savaşında Kuva-yı Milliye’yi içten desteklemeleri, Cumhuriyet yönetimine candan bağlı olmaları nedeniyle Dersim’e askeri bir hareket yapmadan önce birçok raporlar hazırlanarak çözümler aranmış, iyileştirme çabalarına öncelik verilmiştir.
Bu raporlardan ikisi dönemin başbakanlarına ait olup özetle şu tespitlerde bulunmuşlardır:
İsmet İnönü’nün “Kürt Raporu” (1935)
Başbakan İsmet İnönü, Atatürk’ten aldığı talimat üzerine 1935 yılında doğu ve güneydoğu Anadolu’da bir inceleme gezisine çıkmıştır. Gezi ile ilgili izlenimlerini rapor haline getiren İnönü, Erzincan Halkevinde bulunduğu sırada “Dersimliler tarafından soyulanlar adeta resmigeçit yaptılar” vurgusunu yaparak, yöre halkının Dersim’de baskı altında olduğunu belirtmiştir.
Celal Bayar’ın Raporu
Dönemin İktisat Vekili (Ekonomi Bakanı) Celal Bayar’ın, Başbakanlığa hitaben yazdığı doğu yöresi ile ilgili 10.12.1936 tarihli raporunda, şu iki tespit dikkat çekici olmuştur.
.Geçmiş hükümetler, halk üzerindeki hâkimiyetlerini ağalar ve şeyhler aracılığı ile yürütmek istemişlerdir. Ağalar ve şeyhlerin çaldıklarının bir kısmını hükümet görevlilerine vererek durumu idare etme devri yaşanmıştır.
.Köylüyü toprak sahibi yapmak, köylüyü devlete bağlayacak en önemli etken olmalıdır.
(Şu tarihi gerçeği de bilmek gerekir ki; 1938 askeri harekâtının başbakanı olan Celal Bayar, raporunda toprak dağıtımından söz etmekte ise de, bilindiği gibi daha sonra TBMM’de toprak kanununun çıkarılması girişimleri üzerine CHP’den ayrılarak DP’yi kurmuştur).
Uzlaşma Arayışları
1937-38 Dersim olayları öncesinde, bölgenin aşiret reislerinden ve ağalarından olan Seyit Rıza, Tunceli (Dersim) merkezini silahlı adamlarıyla işgal etmiştir. Devlet yetkilileri sorunu nasihat heyeti ile çözmeye çalışmış olmalarına karşın, isyancılar 1924 yılında Hozat’ı basmışlar ve TBMM'ye nota vermişlerdir. Bununla da yetinmemişler, genç Cumhuriyetimizin altını oymak için gericiliği kışkırtmayı görev edinmiş olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na destek olmuşlardır.
Ali Cemal (Bardakçı) Devrede
Bektaşi olarak bilinen Vali Ali Cemal (Bardakçı) 1926 yılında Atatürk tarafından bölgeye arabulucu olarak gönderilmiştir. Cumhuriyet yönetiminin beklentilerini ve yurttaşlara sevecen yaklaşımını anlatma yolunu deneyen Vali Ali Cemal;
Erzincan-Elaziz mıntıkalarında terk edilmiş Ermeni arazilerinin Dersimlilere verdireceğini bildirmiş, üstelik Tekke ve zaviyelerin kapatılmış olmasına rağmen, Vali Cemal’in öncülüğünde Alevilere özgü ibadet yönetimi olan cem, yöre halkının katılımıyla düzenlemiştir.
İlerleyen yıllarda, Cumhuriyet hükümetinin arabulucularından birisi de, Hacı Bektaş Veli Dergâhı önderi ve Anadolu Aleviliğinin dönemdeki temsilcisi Çelebi olmuş ise de derebeyinin otoritesi, iknacın ve Cumhuriyet yönetiminin iyi niyetinin önüne geçtiği için, yöre halkıyla değilse bile egemen güçlerin temsilcileriyle barış sağlanamamıştır.
Ayrıca, yöredeki sosyal ve kültürel yaşamı da etkilemeye yönelik olarak; Genel Müfettişlik Uygulaması Hakkında Kanun, 2884 sayılı ve Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun, Tunceli Vilayeti Halkından Olup da Nüfus ve Askerlik Kanunlarına Göre Kendilerine Verilmesi Lâzımgelen Bazı Cezaların Affina ve Nüfus Yazımı ile Askerlik İşlerine Dair Kanun gibi kimi kanunlar yürürlüğe konularak, çözüm arayışları sürümüştür.
**
Devlet adamı olmanın önde gelen özelliği olan; aldanmayan ve aldatmayan kişiliğe sahip, Büyük Türk Devriminin önderi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhurbaşkanı sıfatıyla 1 Kasım 1935 günü TBMM’de yaptığı konuşmada doğu yöremiz ile ilgili olarak şu hususlara değinmiştir:
“Sayın arkadaşlar,
İç yönetim kuruluşlarımızı, yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletmek gereğini duymaktayız. 

Doğu illerimizin başlıca ihtiyacı, orta ve batı illerimize demiryolları ile bağlanmaktır. Doğuya ilerleyen iki ana demiryolunun hızla bitirilmesini ve bunları birbirine bağlayacak yollar dizisine şimdiden başlanmasını gerekli görüyoruz.”
Bizim Ayvalık Dergisi’nin bundan sonraki sayılarında değineceğimiz üzere; Atatürk’ün işaret ettiği doğrultuda yöreye olağanüstü yatırımlar yapılmış ise de, ne yapılan yatırımlar ne de barış ekçileri, iyileştirmeye yönelik raporlar ve çalışmalar, yörenin asker kaçağının ve vergi ödemeyenlerin sayısını azaltmamış, yöre halkının feodal baskıdan kurtularak, yörenin Cumhuriyetle bütünleşmesi için, askeri harekâtları yapmak zorunu olmuştur. 

9 Haziran 2018 Cumartesi

TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA DERSİM KONUSU (I)

TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA DERSİM KONUSU (I)
(DEREBEYİ İLE DIŞ ÜÇLERİN İŞBİRLİĞİ)
Hüsnü MERDANOĞLU
Osmanlı döneminde Dersim bölgesi seyit ve ağaların yönetiminde tam bir feodal yapı ile yönetilmiş, Dersimlilerin Osmanlı egemenliğindeki topraklar üzerindeki etkinliği Sivas iline kadar yayılmıştır. Dersim’in feodalleri yönetimindeki aşiretleri, Karadeniz’e dek birçok saldırısı, başkaldırı ve yağmalamada bulunmuşlardır.
Kendi yarattığı feodal yapı sonrasında Osmanlı yönetimi, Dersim yöresine yönelik birçok düzenletmiş, askeri harekât yapmış, “Dersim’e sefer eylenmiş, ancak zafer eylenememiştir.”
**
Ülkemizin işgalden kurtarılması yanında, emperyalizmin sömürdüğü ülkelere örnek olma anlayışı ve sorumluğu ile yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız süresince ve savaşın başarı ile kazanılması sonrasında her türlü engeller çıkarılmış, onlarca iç ayaklanmalar kışkırtılmış ve desteklenmiş günümüzde de desteklenmektedir. Atatürk’ün öncülüğünde örgütlenerek, “yeryüzündeki bütün güçlü silahlardan daha etkili, ruh kudretine sahip” olduğunu kanıtlayan halkımızın, ortak gücünü oluşturan Kuvayı Milliye’nin ruh kudreti; ırksal, bölgesel, mezhepsel ve benzeri ötekileştirme tasarılarıyla yıkılmaya çalışılmış ve çalışılmaktadır.
Bu tasarılardan biri de Tunceli (Dersim) konusunda, tarihin çöplüğünün karıştırılarak Cumhuriyetimize ve Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e karşı olumsuz düşünenlerin sayısınI çoğaltmaktır. Dersim konusunun, tarihi gerçekler ışında aydınlatılmasına katkı vermeye yönelik olarak, Ayvalık Dergisi okuyucuları için bu ve izleyen sayılarında konu, ele alınmaya çalışılacaktır.
Derebeyliğin Baş Tanımazlığı
Osmanlı yönetimi Mondros Mütarekesini kabul etmekle, hem Osmanlı’nın sonunu getirmiş hem de Sevr Antlaşması dayatması ile karşı karşıya kalarak, emperyalist güçler tarafından Anadolu’nun bölüşülmesine zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda; Anadolu’nun paylaşılması yanında Ermenistan ve Kürt devletlerinin kurulmasını da kurgulayan egemen güçler, etnik ayrımcılığı kışkırtmışlardır.
Atatürk ve Kurtuluş Savaşı öncüleri yurdumuzun her yöresine gösterdikleri ilgiyi, Dersim yöresine de gösterilmişlerdir. Ne var ki genel seçimlerde CHP listesinde yer alan adayları yörenin feodal gücünü elinde tutan Seyit Rıza kabul etmemiştir. Dahası, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin (Fırkasının) kışkırtması ile Seyit Rıza, Hozat’ı kuşatmıştır. Bu durum Dersim’in sorun olmayı sürdüreceği sonucunu doğurmuştur.
Zorlu koşullarda, Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı verilerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, az zamanda olağanüstü atılımlar yapmasını ve bölgesinde ve özellikle İslam dünyası içerisinde örnek ülke konumuna yükselmesini engellemek isteyen güçler, Dersim yöresinde iç ayaklanmayı Alevi tabanına dayandırarak tetiklemişlerdir. Alevilerin Atatürk’e ve Cumhuriyete bağlı oluşları dikkate alınarak, kışkırtmalar etnik kökene dayandırılmıştır.
Ayaklanmalarda Dış Destek
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlaması ile birlikte pıtrak gibi çoğalan ayaklanmaların birçoğunun, dış destekli olduğunun birçok kanıtı bulunmaktadır. Örneğin, 28 Temmuz 1920 günü Amiral Sir F. de Robeck, Lord Curzon’a şunları yazmıştır: “… Damat Ferit bana geldi, … Siz Mustafa Kemal'den nefret ediyorsunuz çünkü o sizin yaptığınız an­laşmayı kabul etmiyor, o halde Kürtleri Mustafa Kemal'e karşı bir­likte kullanalım, dedi.”
Aynı Amiral 26 Mart 1920 günü Lord Curzon’a da şunları yazmıştır:
“Kürdistan Türkiye'den tamamen ayrılıp özerk olmalıdır. Erme­nilerle Kürtlerin çıkarlarını bağdaştırabiliriz. İstanbul'daki Kürt Ku­lübü Başkanı Said Abdülkadir ve Paris'teki Kürt delegesi Şerif Paşa emrimizdedir...”
Ayaklanmalar dalga dalga artmış ve bu durum, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere bütün Kuvayı Milliyecilerin korkulu rüyası olmuştur.
Anadolu’da baş gösteren ayaklanmaların; İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve ABD'nin Anadolu'daki örgütlü misyonerlerinin yardım, teşvik ve kışkırtmaları, kimi Rumlar ve Ermenilerin Türk ulusal kurtuluşunu engellemeye yönelik çalışmaları ile yönlendirilirmiştir.
Bu bağlamda Rusya; Vladimir Minorski ve Bazil Nikitin adındaki iki Rus ajanı yetiştirmiş, bunlar Kürtlük konusunda uzmanlaşacak kadar bölgeyle, dolayısıyla Dersim ile yakından ilgilenmişlerdir.
Resmi kayıtlarda; Tunceli ayaklanmasının sürdüğü gülerde, yani 15-16 Temmuz 1938 gecesi; Beyrut’tan yüklenen dört kamyonun pestil sandıkları içinde bombalar ve makineli tüfek yüklü olarak Dersim’e gönderildiği, bu işi Fransızların yönlendirdiği yer almıştır.
Tarihin derinliklerinden beri bölgemize ilgisi kesilmeyen İngiltere’nin, amaç ve beklentilerinin farkında olan Seyit Rıza, Dersim ayaklanması sırasında İngiltere’ye şu cümleleri içeren 30 Temmuz 1937 tarihli mektubu göndermiştir.
"Sayın Bakan,
Yıllardan beri Türk hükümeti, Kürt halkını asimile etmeye çalış­makta ve Kürt dilinin gazete ve yayınlarını yasaklayarak, anadillerini konuşanlara eziyet ederek, Kürdistan'ın bereketli topraklarından bü­yük bir bölümünün telef olduğu Anadolu'nun çorak topraklarına, zo­runlu ve sistemli göçler düzenleyerek, bu halka zulüm edilmektedir.

Sayın Bakan, en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.
Dersim Generali Seyit Rıza”
Bu mektubun uydurma olduğu konusundaki eleştirilere yönelik bir değerlendirme şöyledir, “Seyit Rıza'nın bu mektubu İngiltere'ye ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın ufukta belirdiği böyle bir ortamda; İngiliz hükümeti; Türkiye ile arasını bozacak böyle bir talebe olumlu ce­vap vermemiştir. İngiltere; İstanbul'daki İngiliz Elçiliği'ne 5 Ekim 1937 tarihli bir yazı göndererek Seyit Rıza'nın destek bek­lentilerinin kabul edilmediğini bildirmiş ve bunun Türk hükü­metine özellikle iletilmesini istemiştir.”
Türkiye’nin, Kurtuluş Savaşı’nı kazanması, Lozan Antlaşmasında başarılı olması, bölgede emellerini koruyan İngiltere’nin yine adımlar atmasını gerektirmiş ve Kürtler ile Ermenileri yakınlaştırarak birlikte hareket etmeleri için Hoybun Cemiyeti’ni kurdurmuştur. Gerek bu cemiyet gerek ise Yahudi kökenli İngiliz Binbaşısı Edward Noel, Dersim’de her çareye başvurarak ayaklanmanın altyapısını oluşturmuştur.
Misyoner ağı ile Osmanlı döneminden beri Anadolu’da örgütlü olan ABD yöre ile yakından ilgilenmiş olduğu da ayrı bir gerçektir. Diğer gerçeklere ileriki sayılarda değinmek üzere, Atatürk, Söylev’de (Nutuk’ta) ayaklanma günlerini değerlendirdiği şu sözlerini yineleyerek şimdilik yetinmek istiyorum.
“Kargaşa ateşleri bütün yurdu yakıyor; hainlik, bilgisizlik, düşmanlık ve bağnazlık (hıyanet, cehalet, kin ve taassup) duman­ları bütün yurt göklerini koyu karanlıklar içinde bırakıyordu. Ayak­lanma dalgaları, Ankara’da karargâhımızın duvarlarına kadar çarptı. Karargâhımızla şehir arasındaki telefon ve telgraf tellerini kesmeye ka­dar varan, kudurgan bir saldırışlar karşısında kaldık.”
**
Konu ile ilgili daha geniş bilgi edinmek için bakınız; Hüsnü Merdanoğlu, Dersim’den Ders Almak, Bilgi yayınevi, Ankara, 2013.

8 Haziran 2018 Cuma

"YURDUNA YURTTAŞ OLMA BİLİNCİNİN ÖNEMİ" - Hüsnü MERDANOĞLU

YURDUNA YURTTAŞ OLMA 
BİLİNCİNİN ÖNEMİ
Hüsnü MERDANOĞLU
Bir ülke halkının üzerinde yaşadığı; kültür, uygarlık gibi değerler oluşturduğu ve egemenlik hakkına sahip bulunduğu sınırları belli olan, “devlet” olarak anılan, toprak parçası o halkın yurdudur.
Her yurdun halkı, çeşitli toplumsal kesimlerden ya da meslek gruplarından oluşan insan öğesi olabilir. Halkın, yurduna yurttaş bağı ile bağlı olması yurttaşlık kimliğini oluşturur.
Bir yurda yurttaş olmanın belirli ölçüsü, o yurdun yasal haklarından eşit olarak yararlanmasıdır. Eşit haklardan yararlanma devlet ve yurttaş olgularının tarihin sürecinden geçer uzun süren, insanın sosyal yaratık olması ve dayanışma içinde bir arada yaşama çabasının sonucudur.
Genel olarak yurttaşlık hakları; yasalara uymak, vergi vermek, askerlik yapmak, siyasi hak ve yükümlülüklerini yerine getirmek olarak tanımlanır. Yurdunun sorumluğunun bilincinde yurttaşı olma bu yükümlülüklerle sınırlı değildir.
Özellikle içinde yaşadığımız dünya koşullarında devletler, yalnız askeri yönden değil, askeri gücü her yönden destekleyen bilimsel buluşları elde etmek yönünden de üstünlük elde etme yarışı içindedir.
Devletlerarasındaki üstünlük yarışı, insanlık için ezeli bir huzursuzluk kaynağı olan emperyalist beklenti ve amaçlar yönlüden de sürmektedir. Emperyalist beklenti söz konusu olduğunda ülkemizin hedef tahtasında olduğunu ve bunun nedenlerini bilmek, gerekli önlemler almaya duyarlı olabilmek için yurduna yurttaş olmak sorumluğu taşıyanın görevi olmalıdır.
Bu bağlamda ülkemiz;
Asya, Afrika ve Avrupa’nın birleştiği oldukça önemli stratejik bir coğrafi konumda bulunmaktadır.
Henüz önemini koruyan, zengin petrol kaynağına sahip ve tarihin derinlikten beri dini yönden önem taşıyan, çekişmeler içinde yaşanılan Orta Doğu bölgesinin yanındadır.
Her zaman huzursuzluk kaynağı olan balkanlar ve Kafkasya’ya komşudur.
Asya ile Avrupa arasındaki kara bağlantısı ülkemiz üzerinden sağlanmaktadır.
Karışıklık ve savaş halinde olan komşu ülkelere konum itibariyle müdahale edebilecek etkin bir bölgededir.
Ulusal sınırlarımız içinde bulunan Çanakkale ve İstanbul boğazlarımız tarihin derinliklerimden beri stratejik önemini korumaktadır.
Kaynakları ulusal sınırlarımızda olan Fırat ve Dicle nehirlerimiz, bizim olduğu kadar, güneyimizdeki devletlerin can damarıdır.
Zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarımız, bu kaynakların önemini bilen devletlerin iştahını kabartmaktadır.
Nüfusumuzun %50’den fazlası genç yaşta ve tüketici eğilimlidir. (Hatırlanmalı ki, ülkemizde 1 ayda 1 milyon kadar akıllı telefon satılabilmektedir).
Orta Doğu başta olmak üzere, Kafkasya, Afrika, Avrupa ile Karadeniz ve Akdeniz gibi coğrafi alanlara sınır olması, ülkemizin stratejik konumunun önemini artırmaktadır.
Ayrıca ülkemiz; hızla kentleşen, dünya ile ekonomik ve kültürel bütünleşmesini sürdüren bir ülkedir.
Bu ve benzeri özellikleri nedeniyle yabancılar için; “Asya’ya açılan kilit”, “anahtar” ve “Türkellere bırakılmayacak kadar önemli” bir ülkedir.
İnsan onuruna yaraşır özellikler içeren ve Müslüman ülkeler içerisinde ilk kez laikliği uygulamış olan Kemalist dünya görüşüne sahip olması bu yönüyle Türkiye’nin dünyada tek laik ve demokratik İslam ülkesi olması, ayrı bir önem ve anlam taşımaktadır. Ülkemizin bu özelliğinin, diğer İslam ülkelerine yansıması, kabul görmesi ve örnek alınması emperyalist beklentisi ona ülkeleri rahatsız etmektedir.
Türkiye’yi önemli kılan bir başka etken de Tevrat'ın Tekvin kitabının 15. Bab'ın da; “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat Nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdik” ifadeleriyle anlam bulan, “Vaat edilmiş topraklar” olarak bilinen bölgenin bir bölümünde yer almasıdır.
Öte yandan, binlerce km uzaklıktan gelerek, Orta Doğu bölgesinin kendinden başka gücün kontrolüne girmesini engellemek isteyen ABD’nin öncülüğündeki Büyük Orta Doğu Projesi yanı başımızda yürütülmektedir. Bu projeyle ABD; bölgenin yer üstü ve yeraltı kaynakları kontrol etmek yanında, İsrail’in güvenliğini ve genişlemesini sağlamaya, terörü kontrol ederek istediği yöne yönlendirmeyi amaçlamış olmakla, ülkemizi yakından ilgilendirmektedir.
**
Aklını kullanma yeteneğine sahip gençlerimizin, “beyin göçü” olarak yurt dışına taşındığı, bu beyinlerin birikimlerinden diğer ülkelerin yararlandığı acı gerçeği yanında, son yıllarda yurdu terk etmeye hazır milyonların olduğu gerçeğini halkoyu yoklamaların yansımaktadır. Yurdunu her yünüyle tanıması ve ona göre sorumluluklarını yerine getirme bilincinde olması ülke için önemli bir etkendir. Özellikle dünyanın en sorunu bölgesinde (dünyanın merkezinde) yurt edinmiş Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının, Türkiye’nin ekonomik, sosyal, siyasi, askeri, coğrafi, stratejik, yer altı ve yerüstü kaynaklar ile tanıması, tınılanların sevileceği, sevilenlerin korunacağı ve terk edilmeyeceği gerçeği göz önünde tutularak eğitim izlencelerinde, yurdun yurttaş olma bilincinin geliştirilmesine önem verilmelidir. Ne var ki, günümüz eğitim izlencelerinde, yurttaşlık bilgisini içeren derslere yeterince zaman ayrılmamakta, önem verilmemektedir.
Ülkemiz; stratejik ve coğrafi konumu ile çok yönlü olağanüstü kaynaklara sahip olmasıyla birlikte, onurlu bir savaş verilerek kıt kaynaklarla emperyalizmin yenilmiş olması, mazlum ülkeleri sömürme çabası içinde olan emperyalist güçleri rahatsız etmiş, özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra çeşitli içerikteki antlaşmalar ve siyasi yöntemlerle kuşatma altında tutulmaya çalışılmaktır. Bu kuşatmanın, aynen ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarında olduğu gibi kırılarak, ülkemizin Kemalist ilkeler doğrultusunda bölgesel güç ve saygın bir devlet olarak yoluna devam etmesi, Atatürk’ün ön gördüğü; Tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, ulus-üniter devlet ve çağdaş devlet ilkelerinin yaşama yansıtılmasıyla ve korunmasıyla mümkündür. Bunu gerçekleştirecek olanlar da elbet bu ülkenin yurttaşları olacaktır.
Yurduna yurttaş olma bilinci, emperyalist beklentileri tek başına durduramaya yetmez ise de, emperyalizm ile mücadele etme ruhunu geliştirir, pekiştirir. Unutulmalıdır ki, kağnının kamyonu, çarığın potini yenmesininim temel dayanağı; Kuvayı Milliye ruhu olmuştur.
Atatürk’ün, 20 Mart 1923 günü Konya’da söylediği şu sözleri, her zaman hatırlamak ve gençlerimize hatırlatmak görevimiz olmalıdır: “Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, öncelikle bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.”

ESKİ TÜRKLERDE DİN, TANRI ALGISI VE TANRI SÖYLEMİ, Hüsnü MERDANOĞLU


ESKİ TÜRKLERDE DİN VE TANRI ALGISI
Hüsnü MERDANOĞLU
İlkel toplumdan beri var olan din olgusunu birkaç cümleyle tanımlamak kolay değilse de; var olduğuna inanılan Tanrı’nın (Yaratan’ın) üstün gücü elinde tuttuğu ve tüm evreni yönettiği inancıdır demek mümkündür. Tanrı anlayışıyla doğrudan bağlı olmak anlamına gelen inanç ise; bir düşünceye, görüşe, öğretiye, kişiye kuşku duymadan gönülden bağlanan insanların dini anlayışlarını, kavrayışlarını, yaşamlarını ve ibadet şekillerini belirler. Din ve inanç kavramları birbirinden farklıdır. Toplumsal kurum olan din, inanç ve tapınma olmak üzere iki bölümün bütünüdür. Canlılar içinde din ve inanç sahibi olan sadece insandır. Din, inanç uğuruna inanç sahibinin canını bile hiç sayacak kadar tapınmakla ilgili kutsal olduğu, kişisel ve toplumsal güce sahip bulunmaktadır. Bu güçten daha çok siyasi güce erişmek isteyenler ya da bu gücü elinde bulunduranlar yararlanmak istemişler/istemektedirler. Bu kutsal olgunun kişisel ve siyasi çıkarlara araç olmasının önlemenin en iyi yolu; inanılan dinin amaç ve içeriğini çok iyi bilmeleriyle mümkündür. İnanılan dini iyi tanımanın en önde gelen koşulu da, dinin temel kaynağını çok iyi anlamakla mümkündür. Dinin temel kaynağı en iyi anlamın koşulu ise iyi bilinen dil olduğu için ana dilde okuyarak, inceleyerek hiçbir aracıya gerek duymadan anlamaya özen gösterme gerçeğidir.
Her dini inanç, az ya da çok toplumsal olgulardan, önceki alışkanlıklar, töre ve kültürel etkilerden izler taşımakta olduğu da ayrı bir gerçektir. Bu nedenle günümüz din algısını yorumlayabilmek için, eski Türk inanç ve din algısını ile Tanrı söyleminin anlamını da bilmek gerekir.
Tarihi süreç içerisinde Türklerin inançlarını, kültüre dayalı-geleneksel ve tanrılı inanç dönemleri (evrensel) olmak üzere iki ayrımda incelemek mümkündür. Bu bağlamda eski Türkler; Atalar Kültü, Doğa İnancı, Totemcilik, Gök Tanrı ve Şamanizm inançlarını yanında, Budizm, Zerdüştlük ve Manihaizm inançlarının da etkisi altında kalmışlardır. Evrensel anlamda tanrılı dinlerden Musevilik, Hıristiyanlık Türklerin inanç ve yaşamlarını etkilemiştir. Ancak Türkler için din ve inanç yönünden asıl ve temeli etki İslamiyet’le olmuştur.
Kısmen değindiğimiz bu inançların içeriklerini ayrı ayrı açıklamak bu yazı sınırlarını aşacağı için şu kadarına belirelim ki; Türkler, farklı inancı benimsemiş olsalar da dillerine korumuşlar, ibadetlerini Türkçe yapmışlar, ilahilerini Türkçe söylemişler, henüz tek tanrının varlığı duyurulmadan önce bile, inançlarının temelini tek “Tanrı”ya (Tengri’ye) dayandırmışladır.
Türklerde Tanrı Söylemi
Türk dini tarihinde en eski terim "Tanrı"dır. Bu konuda yapılan çalışmaların yansıttığı üzere Tanrı; Kök=Gök tanımlamasıyla birlikte "Gök Tengri" (Yüce Tanrı) şeklinde belirtilmiştir. Tarihin derinliklerinden beri Türklerde "Tanrı" inancı kalıcı bir şekilde yerini korumuştur. Bu inanç öylesine sürekli bir özelliğe sahip olmuştur ki, Türk dini tarihi Türklerin Tanrı ile ilişkilerinin tarihi, şeklinde değerlendirilebilmiştir.
İslâmiyet öncesi Türklerin inanç sistemini incelerken başvurulması gereken yazılı kaynak, hiç şüphesiz ki Türk tarihinin, dilinin en eski kanıtı olan Orhun Abideleri’dir. Orhun Abideleri, taş üzerine yazıldığı için kitabî kaynak özelliğindedir. Bu kitabeler sayesinde İslâm öncesi ve İslâm sonrasında Türklerin yaşam yöntemlerinin karşılaştırılması mümkün olmakta, yaratıcı güce “Tengri” (Tanrı) olarak anıldığı görülebilmektir. Bugün için Türk kültürünün bilinen en önemli kaynağı sayılan Moğolistan’da Orhun, Tula, Ongin ve Selenge ırmakları havzasında bulunan Orhun Yazıtlarında, Türklerin yaratılış efsanesi şu cümleler ile yapıtlaşan kayaya kazılmıştır:
Üze kök-Tengri, asra yagız yer kılındıkda ikin ara kişi oglı kılınmış. (Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 1-2. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 2-3). (Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında kişioğlu yaratılmış.
Orhun yazıtlarda kağan ve beyler, Türk milletine yaptığı yardımları nedeniyle, Tanrıyı içten gelen minnet ve şükranlarla anılmıştır. Türk kağanlarına siyasi egemenliğin temeli olan “kut” Tanrı tarafından verildiği, Tanrı izin verdiği için düşmanlar perişan edildiği ve devlet sahibi olunduğu yanında, kitabelerin birçok yerinde yinelenen Tengri’ye bazen Türk Tengrisi şeklinde de yer verilmiştir.
Tanrı deyimi Başkurtça hariç, bütün Türk lehçelerinde ortak ve temel sözcük olmuştur. Milattan öncesi hakkında, Çin yıllığı olan Shih-Chi (Şi-Ci)’de Mete Han’ın (M.Ö. 209-174) unvanları dolayısıyla anılan “Tanrı” sözcüğü Çince’ye “T’ien” olarak geçmiştir. En aşağı 2500 yıllık bir geçmişe sahip bu Türkçe deyim daha sonra Moğolca’ya ve diğer bazı Asya dillerine geçmiştir. Eski Sümer dilinde Tanrı’ya yakın bir anlama gelen “Dingir” sözcüğü ile ilişkisinin olduğu da mümkündür. (Eski Türkçedeki tengri kelimesi bu günkü çeşitli Türk lehçelerinde, her lehçenin fonetik özelliklerine göre, tengri, tengere, tingri, tangrı, tanrı, tangara, türe şekillerinde dile getirilmiştir. Oğuzlar, Tanrı kelimesi yerine "Celep" kullanmışlardır.)
Türklerin “Tengri” (Tanrı) yaklaşımı, eski Türk inşacının, Tengricilik olduğu savını gündeme taşımıştır. Çoğu eski inançlardaki gibi Tengricilikte de gerçek âlemin yanında bir “gök âlemi” bir de “yeraltı âlemi” vardır. Bu âlemlerin arasındaki tek bağlantı, dünyanın merkezinde duran “Dünyalar Ağacı“dır.
Oğuzlardan, birinin haksızlığa uğradığı ya da hoşlanmadığı bir işle karşılaştığı zaman, başını göğe kaldırarak “Bir Tengri” diye dua ettikleri aktarılmıştır.
Eki Türklerin hakanlarını tahta çıkaran, Türklere zafer kazandıran, felaketlerden koruyan Türk tanrısı Gök-Tanrı'dır. Türklerin büyük başarılarından bahsederken hakan ya da beyler daima "tanrının inayeti ile", "Tengri yarılkaduk ucun..." demeyi ihmal etmemişler. "Tanrı" adı bazen "yer", "gök" ve bazen "yer su" ile birlikte anılmıştır.
Eski Türkçede “tengri” kelimesi göze görünen gök ve "Allah" anlamlarını ifade etmiştir. Şimdiki Şamanistler nasıl ki bir dağı yahut bir ırmağı aynı zamanda bir ruh olarak algılıyorlarsa, eski Tüklerde göğü (semayı) öyle, yani maddi bir varlık sandıkları gök ile yüksek ve büyük bir ruhu - tanrıyı aynı düzeyde değerlendirmişlerdir.
Türklerin Müslümanlığa girmesinden yüz yıl kadar sonra, 1069 yılında Yusuf Has Hâcib tarafından yazılan ve İslami Türk edebiyatının en eski yapıtı olan Kutadgu Bilig’in ilk bölümünün başlığı; “Tenri” dir. En eski dönemlerden beri Türklerde "Tanrı" inancı kalıcı olarak yerini korumuştur. Bu inanç öylesine sürekli bir özelliğe sahiptir ki, Türklük milletimizin ismi olmadan önce, inancımızın ismi olmuştur. Tek Tanrılı bu inanç sistemi, Tek Tanrılı dinler sıralamasında Türklük olarak ortaya çıkmıştır.
**
Tarih boyunca yaratıcı güç (Yaratan) farklı isimlerle anılmış ve anılmaktadır. Allah, Rab, Tanrı, Mevla, Es-Selam, Rahmân, Rahîm, Melik, Kerim, Gaffar, Razzâk, Mütekebbir sadece birkaçıdır. Orta Asya yaylalarında yaşayan Türklerin gökyüzünün büyüklüğüne şaşkınlığını ifade etmek için “tan” (yüce) anlamının “Tanrı” ya dönüştürüldüğü bilinir. Orhon Yazıtlarında “tengi” olarak, Yunus Emre’nin şiirlerinde “Korkar oldum ben Tanğrı’dan (Tanrı’dan)” yer alan “Tanrı” sözü de Allah’ın isimlerindendir.
Öte yandan “Allah” sözünün Müslümanlıktan önce de var olduğu, bunun kanıtı olarak da; henüz oğlu aracılığıyla İslamiyet duyurulmadan vefat eden, Hz. Peygamber’in babasının adının “Allah’ın kulu” anlamında “Abdullah” olduğu belirtilir. “İlah” sözünden türeyerek Arapça Allah, İbranicede “efendi" ya da "yüce" anlamlarında “Rab”, Türkçede “yüce” anlamında Tanrı’yı ifade etmektedir.
Kur’an’ı doğru anlama ve anlatma olgunluğuna erişmiş ilahiyatçılardan olan Yaşar Nuri Öztürk’ün Kur’an tercümesinde; Allah, Rab, Tanrı ifadelerini ayrı ayrı ayetlerde görmek mümkündür. Üstelik aynı surede Müzemmil (Bürünen) Suresi’nin 8. Ayetinde “Rab”, 9. Ayetinde “Tanrı”, 20. Ayetinde “Rab ve Allah” ifadeleri yer almıştır.
Tanrı sözcüğü Türkçedir. Her Türkçe sözcük gibi Tanrı sözcüğüne de sahip çıkmak, kullanmak her Türkün ödevi olmalıdır. Kişiliği, öngörüsü ve gerçekleştirdikleriyle dünya liderlerini imrendiren, devletimizin kurucusu Atatürk’ün 17 Şubat 1931 günü adana Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada yer alan şu tespitini hatırlatma yetinelim; “Türk milletindenim diyen insan, her şeyden öne Türkçe konuşmalıdır.”