21 Temmuz 2018 Cumartesi

ÇANAKKALE KUŞATMASI GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR "Atatürkçü Yazar, Kemalist Düşünür: Hüsnü MERDANOĞLU"

“… Bilelim ki, elde etmiş olduğumuz bu başarı, milletin güçlerinin birleşmesinden ve ortak çalışma haline getirmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarının ve zaferin gelecekte de meydana gelmesini istiyorsak, aynı esasa dayanalım ve aynı doğrultuda yürüyelim. Çünkü başarı ancak bu şeklide elde edilebilir.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
ÇANAKKALE KUŞATMASI GÜNCELLİĞİNİ KORUYOR
Hüsnü MERDANOĞLU

Sınırımıza dek dayanmış olan Projeler, ülkemizin sınır ve toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik oldukları için, Çanakkale kuşatmasının ve Sevr Antlaşmasının uzantıları olarak görmek gerekir.
***
Çanakkale Boğazı önlerine gelenlerin amaçları ile Mondros Mütarekesi, Sevr koşulları ve son günlerde Türkiye’nin bir bölümünde yeni devletçikler kurulmasına yönelik yayınlanan haritalar birlikte değerlendirildiğinde, Ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarının güncelliğini koruduğu görülmektedir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti; Birinci Dünya Savaşı (Pazar Paylaşım) sürecinde emperyalist ülkelerin paylaşma plânlarına malzeme olmuş, ekonomisi azınlıkların ya da yabancıların denetimine girmiş, iç ve dış siyaseti egemen güçler tarafından yönlendirilir dunuma düşürülmüş, günümüzün deyimiyle “küreselleştirilmiş”, mirası bölüşülmek üzere ölümü beklenen bir hasta durumuna getirilmişti.
Bu miras içinde Orta Doğu bölgesi ile Anadolu’nun ayrı bir önemi bulunmaktaydı. Üstelik Birinci Paylaşım savaşı öncesinde, Orta Doğu’nun büyük bölümü Osmanlı yönetiminin egemenliği altındaydı.
Orta Doğu’nun zengin enerji kaynaklarına sahip olması, Anadolu’nun Asya ve Afrika kıtaları arasındaki stratejik konumu, büyük suyollarını içinde barındırması, çevresindeki Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz'in kavşak noktasında bulunması, Aden Körfezi'nin stratejik ve ulaşım yönünden taşıdığı önem göz önüne alındığında, Orta Doğu ve Önasya her zaman emperyalist güçlerin ilgi alanı olmuştur.
Osmanlı Devleti, “hasta adam” durumuna düşürülünce, dönemin İngiliz başbakanı Benjamin Disraelli, Osmanlı devletinin yerini alacak bir siyasal plân hazırlamıştır. Bu plâna göre;
Balkanlarda balkan federasyonu, Kafkaslarda Kafkas federasyonu ve Anadolu’da da Anadolu federasyonu kurulacak ve daha sonra bunlar bölgenin başkenti olan İstanbul’a bağlanarak dörtlü konfederasyon oluşturulması hedeflenmişti.
Balkan bölgesinde başlayan küçük devletlere bölünme süreci, balkanizasyon olarak Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya taşınması, daha sonraları da Orta Doğu’da cemaatler ve etnik gruplar esas alınarak eyalet devletçikleri oluşturularak İstanbul’a bağlanmaları bu plânın uzantısı idi. Plânın başarısı, başkent İstanbul’un ele geçirilmesine bağlı bulunmaktaydı.
Bu amaçlar doğrultusunda, Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sırasında (1915’te) o zamanki Atlantik emperyalistlerinin askeri güçleri olarak İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale önüne geldiler. Dünya pazarını paylaşma konusunda anlaşmaya varamadıkları için kendi kıtasının devletleri ile ters düşen Almanya’nın desteklediği Osmanlı ordusunun, ölümü göze alarak savaşması sonunda o dönemin Atlantik emperyalistleri (İngiltere ve Fransa) Çanakkale’yi geçemeyince geldikleri yere geri dönmek zorunda kaldılar.
Çanakkale Savaşları, 3 Mayıs 1915 günü Albay Mustafa Kemal’in (Atatürk’ün); “Benimle beraber burada savaşan bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar yoksun kalmasına neden olacağını hepinize hatırlatırım” komutu ile yönetildi.
Dönemin Atlantik ittifakını oluşturan emperyalist güçler Çanakkale’yi geçebilselerdi; İstanbul işgal edilecek, çökmekte olan Rus ordusuna yardım için boğazlar kullanılacak ve bu yoldan asker ve silâh gönderilerek Rusların, Almanlara karşı direnmelerini sağlanacak böylece, Alman emperyalizminin doğuya yayılma önlenerek, bu bölgede kendilerinin egemen olmalarının önü açılmış olacaktı.
Savaş sonrasında, aynı plânın uzantısı olarak; Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması dayatıldı. Osmanlının tarihe gömülerek topraklarının paylaşılması süreci yaşandı. Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sonrasında Osmanlı devleti ile birlikte yenik duruma düşen Almanya’nın toprak bütünlüğüne dokunmayan galip devletler, Osmanlı’nın varlığına el koydular. Limanlar ve ulaşım yolları ile fabrikalar ve madenler, haberleşme kuruluşları bütünüyle galip devletlerin denetimine geçti. Ülkenin can damarı olan ulaşım ve haberleşmenin yabancıların eline geçmesiyle Osmanlının ülkesi üzerindeki egemenliği ortadan kalkmış oldu. Ayrıca, ordunun terhis edilmesi, silâh, cephane ve askeri kuruluşlara da el konulmasıyla, devletin koruyucu gücünün ortadan kaldırılması sürecine girildi.
Bu süreçte İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri, Türklerin ana yurdunu paylaşmak için bölgeye girdiler hem Ermenilere hem de Rumlara yardım ettiler. Böylece, Osmanlı sonrası dönemde Anadolu’da Müslüman olmayan bir siyasal yapılanmanın hazırlığı yapıldı. Amerika Birleşik Devletleri de, “Wilson ilkeleri” adı altında bölgede devletçikler kurulmasını kolaylaştırmak için hazırlanan plânlara destek verdi.
Yahudiler ise İngiliz ve Amerikan mandacısı çevreleri örgütleyerek, gelecekte İsrail devletini kuracak yapılanmanın ön koşullarının hazırlığı içinde oldular.
“Geldikleri gibi giderler.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci (Paylaşım) Dünya Savaşı’nda yenik sayılması üzerine, uygulamaya konulmak istenilen Mondros Mütarekesi koşulları uyarınca, emperyalizmin öncü gücünün İstanbul’a geldiği 13 Kasım 1918 günü, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Suriye’deki görevinden İstanbul’a döndüğü gündü. İstanbul’un kuşatıldığını gören ve ölüm ile yaşam arasındaki ince ayrımı uygulama alanı olan cephede, Türk ulusunun özverisine tanık olan Mustafa Kemal Paşa düşman için, “geldikleri gibi giderler” dedi.
Düşmanların Çanakkale’den geldikleri yere geri gönderilmeleri için; ülkenin ekonomik, sosyal, askeri, siyasi değerlerin bir araya getirilerek, işgale karşı koyacak ulusal gücün oluşması gerekmekteydi.
Ne var ki, ulusal gücün dayanakları olan; verimli topraklar, fabrikalar, ulaşım olanakları, askeri gücünün önemli bir bölümü, hepsinden önemlisi, ulusal güçlere yön vermesi, bu güçlerin örgütleyerek güç birliğini pekiştirmesi gereken siyasi güç, yani hükümet düşman güdümüne girmiş durumdaydı.
Ulusal güçlerin asıl kaynağı halk ise, yıllardan beri süren savaşlar nedeniyle varını yoğunu tüketmiş, ailesinin temel direği olan evlatlarını cephede bırakmış, yokluk ve yoksulluk içinde yaşamaktaydı.
Düşmanı geldiği yere göndermek için; Ülkenin ulusal güçlerinin (Kuvay-ı Milliye’nin) bir araya gelerek, halka güven verilmesi ve desteğinin alınması gerekmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde kurumlaşan Kuvay-ı Milliye’ye halkın destek vermesi sayesinde Sevr Antlaşmasının yırtılması sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kuvay-ı Milliye’nin başarısının ve Cumhuriyetimizin kuruluşunun uluslararası tescil belgesi ise Lozan Antlaşması olmuştur.
Bu nedenle, Sevr ile Lozan Antlaşmalarını arasındaki ilişki ateş ile su arasındaki ilişkiye benzemektedir. İki anlaşma birbirinin karşıtıdır. Sevr Antlaşmasına geri dönüş, Lozan antlaşmasının ortadan kalkması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet bütünlüğü içinde var olması, Lozan Antlaşmasın var olmasıyla yakından ilgilidir.
Konuya bu bağlamda yaklaşıldığında; Truman Doktrini, İkili Anlaşmalar, terörün kışkırtılması, özelleştirme süreci, bölücülüğün-gericiliğin yönlendirilmesi, Gümrük Birliği, NATO, IMF, Dünya Bankası ile benzeri kuruluşların kıskacına alınan ülkemize, Lozan’ın rövanşının alınmasını hedefleyen Avrupa Birliği’nin Kopenhag ölçütleri doğrultusunda, yeni bir Sevr haritasını dayatılmaktadır.
Öte yandan, günümüz emperyalizminin öncü karakolu olan ABD’nin, yeniden Kürdistan ve Ermenistan’ın kuruluşuna yönelik politikaları, Birinci (Paylaşım) Dünya Savaşı koşullarında Wilson İlkelerinden farklı değildir. İsrail ise Büyük İsrail devletini dünyanın merkezinde oluşturabilmek için Kürdistan üzerinden Türkiye’nin parçalanmasına giden süreci desteklemektedir. Günümüz Irak devletinde (!) birleştirici unsur olarak görüldüğü için “Arap” etkeninden söz edilmeden Sünni, Şii, Kürt ayrımcılığının kışkırtılmasıyla, Kopenhag ölçütleri doğrultusunda ülkemizde yapay “azınlık” yaratma çabaları örtüşmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti sayesinde zenginleşen ve daha çok kazanç hırsı yerine daha çok ulusal çıkar hedeflemesi gereken yerli sermaye sahibinin önemli bir bölümü, küresel sermayenin güdümüne girerek, emperyalist amaçlara yardımcı olmaktadırlar. Böylece; aynen Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi Türkiye’nin zenginlikleri yabancıların ya da azınlıkların eline geçmektedir.
Ulusal sorunlara, Kuvayı-ı Milliye’nin (Ulusal Güçlerin) başkenti Ankara’dan bakan, ülkesini, ulusunu seven, Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin Irak durumuna düşmesini istemeyen, insan olmaya özgü onur sahibi yurtseverlerin gördüğü üzere; emperyalist güçler, Çanakkale Savaşlarında hedefledikleri amaçlarına ulaşmak için uygulamaya koymak istedikleri Mondros koşullarından, Sevr beklentilerinden vaz geçmiş değiller. Çünkü Türkiye özelliklerini korumaktadır.
Türkiye, coğrafi ve stratejik konumu yönünden dünya devletleri içinde önemli bir yeri bulunmaktadır.
Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye, Doğunun batısında, Batının doğusundadır.
Türkiye dünyanın en sorunlu üç bölgesi olan; Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya'nın ortasındadır.
Türkiye, üç kıtanın Avrupa, Asya ve Afrika kıtasının ortasındadır.
Türkiye, Dünya petrollerinin %67’si Türkiye’nin yanı başında olan Ortadoğu ülkelerinde bulunmaktadır. (Petrolü en çok tüketen ülkeler ise ABD ve AB ülkeleridir).
70 milyonu geçen nüfusun %62’si, (yaklaşık 45 milyon insan) 65 yaşının altında olması nedeniyle, olağanüstü bir tüketici niteliğine sahip bulunmaktadır.
Bu yönü ile ülkemiz, amacı kazanç olan kapitalist kesimlerin, başka bir anlatımla, dünyada ticareti ve mali kontrolü elinde bulunduran oligarşi için (ya da dünyayı tek başlarına yönetme gayreti içinde olan elit’ler için) ayrı bir önem taşımaktadır.
Ülkemizi önemli kılan etkenlerden birisi de; “Vaat edilmiş topraklar” olarak bilinen, Tevrat’ta; “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat Nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdik” denilen bölgenin bir bölümü, Türkiye sınırları içinde bulunmasıdır.
Bütün bu nedenlerden dolayı emperyalizm için Türkiye; “Türklere bırakılamayacak kadar zengin bir ülke."dir.
Türkiye’nin bir başka özelliği ise;
İnsan onuruna en yaraşır özelilikler içeren Kemalist Büyük Türk Devrimi’ni gerçekleştirmesi ve bu devrim ilkelerinin Atatürk’ün yaşadığı dönemde, devlet yaşamına yansıtmış olması sonucu, yeryüzünün en saygın ülkesi konumuna yükseltilmiş olmamasıdır. Bu yönü ile Türkiye, emperyalist güçleri için; baruttan sonra icat edilen en güçlü silâhtır. Çünkü kaynakları sömürülen ülkelere örnek olmaktadır.
Kısaca:
Türkiye, coğrafi ve stratejin konumu yönünden olduğu gibi, Kemalist yönü ile de, küreselleşmiş olan emperyalist güçler için mercek altında olan bir ülkedir.
Fransa ve ABD yasama organlarının sözde Ermeni soykırımı yapıldığı yolunda lobi dayatmalarını karar altına almalarını, sınırımıza dek dayanmış olan, Büyük Orta Doğu Projesi’ni, Büyük İsrail Projesi’ni ve bunların uzantısı olan Büyük Ermenistan Projesi ile Kürdistan Projelerini, ülkemizin sınır ve toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik oldukları için, Çanakkale kuşatmasının ve Sevr Antlaşmasının uzantıları olarak görmek gerekir.
Dönemin İngiliz Deniz Bakanı Churchill, Çanakkale’de amaçlarına ulaşamayınca; Mustafa Kemal için; “savaşın kaderini değiştiren adam” diye söz etmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarında Mustafa Kemal Paşa’nın kurumlaştırdı Kuvay-ı Milliye sayesinde “Kağnı, kamyonu yenmiştir.”
Kağnı ile başlanılan yolda, dışa bağımlı olmayan yöneticilerin devletin kaynakları ve devlet yetkisi “Devlet Aklı” doğrultusunda kullanılarak, kalkınma sürecine giren Türkiye, Kemalist ilkelerin devlet yaşamına yansıtıldığı dönemde, yeryüzünde en hızlı ve dengeli kalkınan ülkesi olmuş, yeryüzünde yadsınılmaz bir saygınlık kazanmıştır.
***
Emperyalist güçler, Çanakkale savaşlarında “ANZAK”ların savaşma yeteneklerine güvenmişlerdi. “Ben size düşmana saldırmanızı emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum” komutu karşısında Türk askerinin ölümü göze alarak sürdürdüğü savaş karşısında, ANZAK’ların savaşma yeteneği işe yaramadı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde emperyalist güçler, üstün silâh güçlerine güvenmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, ulusal güçlerimiz sayesinde; “hırpalanmış, silâhı elinden alınmış olan bir milletle, … ruh kudretinin dünya yüzündeki bütün silahlardan üstün olduğunu” kanıtladı.
Günümüz emperyalistleri; Türk ulusunun ruh kudretini köreltmeye yönelik yayın yapan kendi denetimindeki basılı ve görsel yayın organlarına ve bu organlarda her türlü hainliği yapmaya hazır iç ve dış satın alınmışlara, burnumuzun dibine dek yaklaşan, Irak’ı “vatan” olma özeliliğinde yoksun bırakan, sözde “insan hakları” savunucularına güveniyorlar.
Günümüzde Atatürk’ün bedensel varlığı yok, ancak yaptıkları, yapmak istedikleri ve geleceğe yönelik uyarıları canlılığını ve güncelliğini koruyor.
Atatürk’ün günümüze ışık tutan sözlerinden birisi;
“… Bilelim ki, elde etmiş olduğumuz başarı, milletin güçlerinin birleşmesinden ve ortak çalışma haline getirmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarının ve zaferin gelecekte de meydana gelmesini istiyorsak, aynı esasa dayanalım ve aynı doğrultuda yürüyelim. Çünkü başarı ancak bu şeklide elde edilebilir.” içeriğindedir.
Birinci ve İkinci Dünya (Pazar Paylaşım) Savaşları ile Soğuk Savaş sürecinde Orta Doğu ve Türkiye ayrı bir önem taşımıştır. Bu önem güncelliğini korumakta ve koruyacaktır.
Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye’yi Sevr Projesi ile parçalayamayanlar, şimdilerde yeni projelerle Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit etmektedirler. Gelmiş olduğumuz bu aşamada Türkiye, Sevr’e benzer bütün projelere karşı çıkabilmesi ve bu projelerin bir kez daha geçersiz kılınması için ulusal birlik ve bütünlüğünü koruyarak, Atatürk’ün gerçekleştirdiği dış politikayı izlemelidir. Bu bağlamda; bölge merkezli yeni bir yaklaşımla komşularımızı bir araya getirerek “Sadabat Paktı”nı güncelleştirebilmesi için önce ulusal güçlerin bir araya gelerek, halka ve komşularına güven veren gücü kanıtlamaları gerekir. Bu bir ulusal (milli) zorunluluktur. Yakın tarihte Yugoslavya, Afganistan ve Irak’ta yaşanılan insanlık dışı uygulamalardan her onur sahibinin ders alması gerekir.

1 yorum:

  1. Çanakkale kuşatması aslında Türk insanının tarihten silinmesi için hazırlanmış bir planın parçasıdır. Hristiyan aleminin temsilci ülkeleri Çanakkale kuşatmasında yeralması, bunun en bariz örneğidir. Bu hareketin hristiyan emperyalist ülkelerin bir planı olduğunu, sonradan gündeme gelen Kıbrıs olayları nedeniyle deşifre olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Nitekim Kıbrıs'ta bir anlaşma için yapılan Zürih ve Londra anlaşmaları ve Garanti ve İttifak anlaşmaları nedeniyle kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ortadan kaldırılması için Yunanistan destekli tethiş örgütü EOKA'nın devreye girmesi, varılan andlaşmaların bertaraf edilmesine neden olduğu apaçık ortadadr. Hayatımın en büyük üzüntüsünü yaşamama neden olan husus ise, Kıbrıs adasını tekrar anavatan Türkiye'nin himayesine sokan Zürih ve Londra andlaşmalarının ortadan kaldırılmasına neden olan Cemal Gürsel tarafından gerçekleştirilen darbe ile, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Meclis Başkanı Polatkan'ın asılmaları, Türkiye'ye ne yazık ki Türk komutanları tarafından yapılan en büyük ihanetin gerçekleştirilmesidir. En büyük üzüntüm, bu komplonun hristiyan ülkeler tarafından hazırlanması ve Kıbrıs'ın Türkiye koruması altına alınmasına neden olan andlaşmaların ortadan kaldırılması için dış güçler tarafından hazırlanan darbe planları, ne yazık ki Türk komutanlarına yaptırılmış olmasıdır. Böyle bir aptallığı yapabilen zihniyetin Türk milliyetçiliği ile uzaktan, yakından hiçbir ilgisi olmadığı apaçık ortadadır. Türkiye'ye yaptığı andlaşmalarla zafer kazandıran Başbakan Adnan Menderes ve kabinesi mükafata mazhar olmaları beklenirken, darbe ile asılmaları, inanıyorum ki Allahın affedeceği bir suç değildir. Bu gün özellikle Kıbrıs'ta KKTC varlığını sürdürebiliyorsa, bu neticenin Atatürkcü düşünce derneğine inanların zaferidir. bU gün otuzbeş yıldır bağımsızlığını ilan eden KKTC'nin tanınmaması da yine hristiyan dünyasının almış olduğu kararın neticesidir. Sormak geliyor içimden, dünyayı hristiyan düşünceye teslim etmek Allah katında bir suç değil mi?

    YanıtlaSil