30 Haziran 2018 Cumartesi

TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA DERSİM KONUSU (II) (BARIŞ YOLUYLA KAZANMA ÇABALARI) Atatürkçü Düşünür-Kemalist Yazar, Hüsnü MERDANOĞLU

TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA DERSİM KONUSU (II)
(BARIŞ YOLUYLA KAZANMA ÇABALARI)
Hüsnü MERDANOĞLU
Dersim coğrafyasında, Osmanlı yönetiminin kalıtı olan derebeylik düzeninin yarattığı gerginliği sona erdirmek, yönetimle bütünleştirmek, kazanarak yurduna yurttaş olunmasını sağlamak için, başka Atatürk olmak üzere Cumhuriyet yönetimi, yörenin tarihinde hiç görülmeyen ilgiyi gösterilmiştir.
Yöreye Yönelik Cumhuriyet Dönemi Raporları
1924 genel seçimlerinde Cumhuriyet yönetimine karşı tavır takınan Dersimli aşiret reisi Seyit Rıza’nın şahsında Dersim yöresinde feodal düzenin sürdürülmesi isteği belirince, Osmanlı’dan beri sorun yaşanılan Dersim bölgesine Cumhuriyet yönetiminin ciddiyetle eğilmesi gerekmiştir. Ne var ki, Dersim yöresi halkının Alevi olarak bilinmesi, Alevilerin Ulusal Kuruluş Savaşında Kuva-yı Milliye’yi içten desteklemeleri, Cumhuriyet yönetimine candan bağlı olmaları nedeniyle Dersim’e askeri bir hareket yapmadan önce birçok raporlar hazırlanarak çözümler aranmış, iyileştirme çabalarına öncelik verilmiştir.
Bu raporlardan ikisi dönemin başbakanlarına ait olup özetle şu tespitlerde bulunmuşlardır:
İsmet İnönü’nün “Kürt Raporu” (1935)
Başbakan İsmet İnönü, Atatürk’ten aldığı talimat üzerine 1935 yılında doğu ve güneydoğu Anadolu’da bir inceleme gezisine çıkmıştır. Gezi ile ilgili izlenimlerini rapor haline getiren İnönü, Erzincan Halkevinde bulunduğu sırada “Dersimliler tarafından soyulanlar adeta resmigeçit yaptılar” vurgusunu yaparak, yöre halkının Dersim’de baskı altında olduğunu belirtmiştir.
Celal Bayar’ın Raporu
Dönemin İktisat Vekili (Ekonomi Bakanı) Celal Bayar’ın, Başbakanlığa hitaben yazdığı doğu yöresi ile ilgili 10.12.1936 tarihli raporunda, şu iki tespit dikkat çekici olmuştur.
.Geçmiş hükümetler, halk üzerindeki hâkimiyetlerini ağalar ve şeyhler aracılığı ile yürütmek istemişlerdir. Ağalar ve şeyhlerin çaldıklarının bir kısmını hükümet görevlilerine vererek durumu idare etme devri yaşanmıştır.
.Köylüyü toprak sahibi yapmak, köylüyü devlete bağlayacak en önemli etken olmalıdır.
(Şu tarihi gerçeği de bilmek gerekir ki; 1938 askeri harekâtının başbakanı olan Celal Bayar, raporunda toprak dağıtımından söz etmekte ise de, bilindiği gibi daha sonra TBMM’de toprak kanununun çıkarılması girişimleri üzerine CHP’den ayrılarak DP’yi kurmuştur).
Uzlaşma Arayışları
1937-38 Dersim olayları öncesinde, bölgenin aşiret reislerinden ve ağalarından olan Seyit Rıza, Tunceli (Dersim) merkezini silahlı adamlarıyla işgal etmiştir. Devlet yetkilileri sorunu nasihat heyeti ile çözmeye çalışmış olmalarına karşın, isyancılar 1924 yılında Hozat’ı basmışlar ve TBMM'ye nota vermişlerdir. Bununla da yetinmemişler, genç Cumhuriyetimizin altını oymak için gericiliği kışkırtmayı görev edinmiş olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na destek olmuşlardır.
Ali Cemal (Bardakçı) Devrede
Bektaşi olarak bilinen Vali Ali Cemal (Bardakçı) 1926 yılında Atatürk tarafından bölgeye arabulucu olarak gönderilmiştir. Cumhuriyet yönetiminin beklentilerini ve yurttaşlara sevecen yaklaşımını anlatma yolunu deneyen Vali Ali Cemal;
Erzincan-Elaziz mıntıkalarında terk edilmiş Ermeni arazilerinin Dersimlilere verdireceğini bildirmiş, üstelik Tekke ve zaviyelerin kapatılmış olmasına rağmen, Vali Cemal’in öncülüğünde Alevilere özgü ibadet yönetimi olan cem, yöre halkının katılımıyla düzenlemiştir.
İlerleyen yıllarda, Cumhuriyet hükümetinin arabulucularından birisi de, Hacı Bektaş Veli Dergâhı önderi ve Anadolu Aleviliğinin dönemdeki temsilcisi Çelebi olmuş ise de derebeyinin otoritesi, iknacın ve Cumhuriyet yönetiminin iyi niyetinin önüne geçtiği için, yöre halkıyla değilse bile egemen güçlerin temsilcileriyle barış sağlanamamıştır.
Ayrıca, yöredeki sosyal ve kültürel yaşamı da etkilemeye yönelik olarak; Genel Müfettişlik Uygulaması Hakkında Kanun, 2884 sayılı ve Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun, Tunceli Vilayeti Halkından Olup da Nüfus ve Askerlik Kanunlarına Göre Kendilerine Verilmesi Lâzımgelen Bazı Cezaların Affina ve Nüfus Yazımı ile Askerlik İşlerine Dair Kanun gibi kimi kanunlar yürürlüğe konularak, çözüm arayışları sürümüştür.
**
Devlet adamı olmanın önde gelen özelliği olan; aldanmayan ve aldatmayan kişiliğe sahip, Büyük Türk Devriminin önderi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhurbaşkanı sıfatıyla 1 Kasım 1935 günü TBMM’de yaptığı konuşmada doğu yöremiz ile ilgili olarak şu hususlara değinmiştir:
“Sayın arkadaşlar,
İç yönetim kuruluşlarımızı, yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletmek gereğini duymaktayız. 

Doğu illerimizin başlıca ihtiyacı, orta ve batı illerimize demiryolları ile bağlanmaktır. Doğuya ilerleyen iki ana demiryolunun hızla bitirilmesini ve bunları birbirine bağlayacak yollar dizisine şimdiden başlanmasını gerekli görüyoruz.”
Bizim Ayvalık Dergisi’nin bundan sonraki sayılarında değineceğimiz üzere; Atatürk’ün işaret ettiği doğrultuda yöreye olağanüstü yatırımlar yapılmış ise de, ne yapılan yatırımlar ne de barış ekçileri, iyileştirmeye yönelik raporlar ve çalışmalar, yörenin asker kaçağının ve vergi ödemeyenlerin sayısını azaltmamış, yöre halkının feodal baskıdan kurtularak, yörenin Cumhuriyetle bütünleşmesi için, askeri harekâtları yapmak zorunu olmuştur. 

9 Haziran 2018 Cumartesi

TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA DERSİM KONUSU (I)

TARİHİ GERÇEKLER IŞIĞINDA DERSİM KONUSU (I)
(DEREBEYİ İLE DIŞ ÜÇLERİN İŞBİRLİĞİ)
Hüsnü MERDANOĞLU
Osmanlı döneminde Dersim bölgesi seyit ve ağaların yönetiminde tam bir feodal yapı ile yönetilmiş, Dersimlilerin Osmanlı egemenliğindeki topraklar üzerindeki etkinliği Sivas iline kadar yayılmıştır. Dersim’in feodalleri yönetimindeki aşiretleri, Karadeniz’e dek birçok saldırısı, başkaldırı ve yağmalamada bulunmuşlardır.
Kendi yarattığı feodal yapı sonrasında Osmanlı yönetimi, Dersim yöresine yönelik birçok düzenletmiş, askeri harekât yapmış, “Dersim’e sefer eylenmiş, ancak zafer eylenememiştir.”
**
Ülkemizin işgalden kurtarılması yanında, emperyalizmin sömürdüğü ülkelere örnek olma anlayışı ve sorumluğu ile yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız süresince ve savaşın başarı ile kazanılması sonrasında her türlü engeller çıkarılmış, onlarca iç ayaklanmalar kışkırtılmış ve desteklenmiş günümüzde de desteklenmektedir. Atatürk’ün öncülüğünde örgütlenerek, “yeryüzündeki bütün güçlü silahlardan daha etkili, ruh kudretine sahip” olduğunu kanıtlayan halkımızın, ortak gücünü oluşturan Kuvayı Milliye’nin ruh kudreti; ırksal, bölgesel, mezhepsel ve benzeri ötekileştirme tasarılarıyla yıkılmaya çalışılmış ve çalışılmaktadır.
Bu tasarılardan biri de Tunceli (Dersim) konusunda, tarihin çöplüğünün karıştırılarak Cumhuriyetimize ve Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e karşı olumsuz düşünenlerin sayısınI çoğaltmaktır. Dersim konusunun, tarihi gerçekler ışında aydınlatılmasına katkı vermeye yönelik olarak, Ayvalık Dergisi okuyucuları için bu ve izleyen sayılarında konu, ele alınmaya çalışılacaktır.
Derebeyliğin Baş Tanımazlığı
Osmanlı yönetimi Mondros Mütarekesini kabul etmekle, hem Osmanlı’nın sonunu getirmiş hem de Sevr Antlaşması dayatması ile karşı karşıya kalarak, emperyalist güçler tarafından Anadolu’nun bölüşülmesine zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda; Anadolu’nun paylaşılması yanında Ermenistan ve Kürt devletlerinin kurulmasını da kurgulayan egemen güçler, etnik ayrımcılığı kışkırtmışlardır.
Atatürk ve Kurtuluş Savaşı öncüleri yurdumuzun her yöresine gösterdikleri ilgiyi, Dersim yöresine de gösterilmişlerdir. Ne var ki genel seçimlerde CHP listesinde yer alan adayları yörenin feodal gücünü elinde tutan Seyit Rıza kabul etmemiştir. Dahası, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin (Fırkasının) kışkırtması ile Seyit Rıza, Hozat’ı kuşatmıştır. Bu durum Dersim’in sorun olmayı sürdüreceği sonucunu doğurmuştur.
Zorlu koşullarda, Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı verilerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, az zamanda olağanüstü atılımlar yapmasını ve bölgesinde ve özellikle İslam dünyası içerisinde örnek ülke konumuna yükselmesini engellemek isteyen güçler, Dersim yöresinde iç ayaklanmayı Alevi tabanına dayandırarak tetiklemişlerdir. Alevilerin Atatürk’e ve Cumhuriyete bağlı oluşları dikkate alınarak, kışkırtmalar etnik kökene dayandırılmıştır.
Ayaklanmalarda Dış Destek
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlaması ile birlikte pıtrak gibi çoğalan ayaklanmaların birçoğunun, dış destekli olduğunun birçok kanıtı bulunmaktadır. Örneğin, 28 Temmuz 1920 günü Amiral Sir F. de Robeck, Lord Curzon’a şunları yazmıştır: “… Damat Ferit bana geldi, … Siz Mustafa Kemal'den nefret ediyorsunuz çünkü o sizin yaptığınız an­laşmayı kabul etmiyor, o halde Kürtleri Mustafa Kemal'e karşı bir­likte kullanalım, dedi.”
Aynı Amiral 26 Mart 1920 günü Lord Curzon’a da şunları yazmıştır:
“Kürdistan Türkiye'den tamamen ayrılıp özerk olmalıdır. Erme­nilerle Kürtlerin çıkarlarını bağdaştırabiliriz. İstanbul'daki Kürt Ku­lübü Başkanı Said Abdülkadir ve Paris'teki Kürt delegesi Şerif Paşa emrimizdedir...”
Ayaklanmalar dalga dalga artmış ve bu durum, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere bütün Kuvayı Milliyecilerin korkulu rüyası olmuştur.
Anadolu’da baş gösteren ayaklanmaların; İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve ABD'nin Anadolu'daki örgütlü misyonerlerinin yardım, teşvik ve kışkırtmaları, kimi Rumlar ve Ermenilerin Türk ulusal kurtuluşunu engellemeye yönelik çalışmaları ile yönlendirilirmiştir.
Bu bağlamda Rusya; Vladimir Minorski ve Bazil Nikitin adındaki iki Rus ajanı yetiştirmiş, bunlar Kürtlük konusunda uzmanlaşacak kadar bölgeyle, dolayısıyla Dersim ile yakından ilgilenmişlerdir.
Resmi kayıtlarda; Tunceli ayaklanmasının sürdüğü gülerde, yani 15-16 Temmuz 1938 gecesi; Beyrut’tan yüklenen dört kamyonun pestil sandıkları içinde bombalar ve makineli tüfek yüklü olarak Dersim’e gönderildiği, bu işi Fransızların yönlendirdiği yer almıştır.
Tarihin derinliklerinden beri bölgemize ilgisi kesilmeyen İngiltere’nin, amaç ve beklentilerinin farkında olan Seyit Rıza, Dersim ayaklanması sırasında İngiltere’ye şu cümleleri içeren 30 Temmuz 1937 tarihli mektubu göndermiştir.
"Sayın Bakan,
Yıllardan beri Türk hükümeti, Kürt halkını asimile etmeye çalış­makta ve Kürt dilinin gazete ve yayınlarını yasaklayarak, anadillerini konuşanlara eziyet ederek, Kürdistan'ın bereketli topraklarından bü­yük bir bölümünün telef olduğu Anadolu'nun çorak topraklarına, zo­runlu ve sistemli göçler düzenleyerek, bu halka zulüm edilmektedir.

Sayın Bakan, en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.
Dersim Generali Seyit Rıza”
Bu mektubun uydurma olduğu konusundaki eleştirilere yönelik bir değerlendirme şöyledir, “Seyit Rıza'nın bu mektubu İngiltere'ye ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın ufukta belirdiği böyle bir ortamda; İngiliz hükümeti; Türkiye ile arasını bozacak böyle bir talebe olumlu ce­vap vermemiştir. İngiltere; İstanbul'daki İngiliz Elçiliği'ne 5 Ekim 1937 tarihli bir yazı göndererek Seyit Rıza'nın destek bek­lentilerinin kabul edilmediğini bildirmiş ve bunun Türk hükü­metine özellikle iletilmesini istemiştir.”
Türkiye’nin, Kurtuluş Savaşı’nı kazanması, Lozan Antlaşmasında başarılı olması, bölgede emellerini koruyan İngiltere’nin yine adımlar atmasını gerektirmiş ve Kürtler ile Ermenileri yakınlaştırarak birlikte hareket etmeleri için Hoybun Cemiyeti’ni kurdurmuştur. Gerek bu cemiyet gerek ise Yahudi kökenli İngiliz Binbaşısı Edward Noel, Dersim’de her çareye başvurarak ayaklanmanın altyapısını oluşturmuştur.
Misyoner ağı ile Osmanlı döneminden beri Anadolu’da örgütlü olan ABD yöre ile yakından ilgilenmiş olduğu da ayrı bir gerçektir. Diğer gerçeklere ileriki sayılarda değinmek üzere, Atatürk, Söylev’de (Nutuk’ta) ayaklanma günlerini değerlendirdiği şu sözlerini yineleyerek şimdilik yetinmek istiyorum.
“Kargaşa ateşleri bütün yurdu yakıyor; hainlik, bilgisizlik, düşmanlık ve bağnazlık (hıyanet, cehalet, kin ve taassup) duman­ları bütün yurt göklerini koyu karanlıklar içinde bırakıyordu. Ayak­lanma dalgaları, Ankara’da karargâhımızın duvarlarına kadar çarptı. Karargâhımızla şehir arasındaki telefon ve telgraf tellerini kesmeye ka­dar varan, kudurgan bir saldırışlar karşısında kaldık.”
**
Konu ile ilgili daha geniş bilgi edinmek için bakınız; Hüsnü Merdanoğlu, Dersim’den Ders Almak, Bilgi yayınevi, Ankara, 2013.

8 Haziran 2018 Cuma

"YURDUNA YURTTAŞ OLMA BİLİNCİNİN ÖNEMİ" - Hüsnü MERDANOĞLU

YURDUNA YURTTAŞ OLMA 
BİLİNCİNİN ÖNEMİ
Hüsnü MERDANOĞLU
Bir ülke halkının üzerinde yaşadığı; kültür, uygarlık gibi değerler oluşturduğu ve egemenlik hakkına sahip bulunduğu sınırları belli olan, “devlet” olarak anılan, toprak parçası o halkın yurdudur.
Her yurdun halkı, çeşitli toplumsal kesimlerden ya da meslek gruplarından oluşan insan öğesi olabilir. Halkın, yurduna yurttaş bağı ile bağlı olması yurttaşlık kimliğini oluşturur.
Bir yurda yurttaş olmanın belirli ölçüsü, o yurdun yasal haklarından eşit olarak yararlanmasıdır. Eşit haklardan yararlanma devlet ve yurttaş olgularının tarihin sürecinden geçer uzun süren, insanın sosyal yaratık olması ve dayanışma içinde bir arada yaşama çabasının sonucudur.
Genel olarak yurttaşlık hakları; yasalara uymak, vergi vermek, askerlik yapmak, siyasi hak ve yükümlülüklerini yerine getirmek olarak tanımlanır. Yurdunun sorumluğunun bilincinde yurttaşı olma bu yükümlülüklerle sınırlı değildir.
Özellikle içinde yaşadığımız dünya koşullarında devletler, yalnız askeri yönden değil, askeri gücü her yönden destekleyen bilimsel buluşları elde etmek yönünden de üstünlük elde etme yarışı içindedir.
Devletlerarasındaki üstünlük yarışı, insanlık için ezeli bir huzursuzluk kaynağı olan emperyalist beklenti ve amaçlar yönlüden de sürmektedir. Emperyalist beklenti söz konusu olduğunda ülkemizin hedef tahtasında olduğunu ve bunun nedenlerini bilmek, gerekli önlemler almaya duyarlı olabilmek için yurduna yurttaş olmak sorumluğu taşıyanın görevi olmalıdır.
Bu bağlamda ülkemiz;
Asya, Afrika ve Avrupa’nın birleştiği oldukça önemli stratejik bir coğrafi konumda bulunmaktadır.
Henüz önemini koruyan, zengin petrol kaynağına sahip ve tarihin derinlikten beri dini yönden önem taşıyan, çekişmeler içinde yaşanılan Orta Doğu bölgesinin yanındadır.
Her zaman huzursuzluk kaynağı olan balkanlar ve Kafkasya’ya komşudur.
Asya ile Avrupa arasındaki kara bağlantısı ülkemiz üzerinden sağlanmaktadır.
Karışıklık ve savaş halinde olan komşu ülkelere konum itibariyle müdahale edebilecek etkin bir bölgededir.
Ulusal sınırlarımız içinde bulunan Çanakkale ve İstanbul boğazlarımız tarihin derinliklerimden beri stratejik önemini korumaktadır.
Kaynakları ulusal sınırlarımızda olan Fırat ve Dicle nehirlerimiz, bizim olduğu kadar, güneyimizdeki devletlerin can damarıdır.
Zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarımız, bu kaynakların önemini bilen devletlerin iştahını kabartmaktadır.
Nüfusumuzun %50’den fazlası genç yaşta ve tüketici eğilimlidir. (Hatırlanmalı ki, ülkemizde 1 ayda 1 milyon kadar akıllı telefon satılabilmektedir).
Orta Doğu başta olmak üzere, Kafkasya, Afrika, Avrupa ile Karadeniz ve Akdeniz gibi coğrafi alanlara sınır olması, ülkemizin stratejik konumunun önemini artırmaktadır.
Ayrıca ülkemiz; hızla kentleşen, dünya ile ekonomik ve kültürel bütünleşmesini sürdüren bir ülkedir.
Bu ve benzeri özellikleri nedeniyle yabancılar için; “Asya’ya açılan kilit”, “anahtar” ve “Türkellere bırakılmayacak kadar önemli” bir ülkedir.
İnsan onuruna yaraşır özellikler içeren ve Müslüman ülkeler içerisinde ilk kez laikliği uygulamış olan Kemalist dünya görüşüne sahip olması bu yönüyle Türkiye’nin dünyada tek laik ve demokratik İslam ülkesi olması, ayrı bir önem ve anlam taşımaktadır. Ülkemizin bu özelliğinin, diğer İslam ülkelerine yansıması, kabul görmesi ve örnek alınması emperyalist beklentisi ona ülkeleri rahatsız etmektedir.
Türkiye’yi önemli kılan bir başka etken de Tevrat'ın Tekvin kitabının 15. Bab'ın da; “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat Nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdik” ifadeleriyle anlam bulan, “Vaat edilmiş topraklar” olarak bilinen bölgenin bir bölümünde yer almasıdır.
Öte yandan, binlerce km uzaklıktan gelerek, Orta Doğu bölgesinin kendinden başka gücün kontrolüne girmesini engellemek isteyen ABD’nin öncülüğündeki Büyük Orta Doğu Projesi yanı başımızda yürütülmektedir. Bu projeyle ABD; bölgenin yer üstü ve yeraltı kaynakları kontrol etmek yanında, İsrail’in güvenliğini ve genişlemesini sağlamaya, terörü kontrol ederek istediği yöne yönlendirmeyi amaçlamış olmakla, ülkemizi yakından ilgilendirmektedir.
**
Aklını kullanma yeteneğine sahip gençlerimizin, “beyin göçü” olarak yurt dışına taşındığı, bu beyinlerin birikimlerinden diğer ülkelerin yararlandığı acı gerçeği yanında, son yıllarda yurdu terk etmeye hazır milyonların olduğu gerçeğini halkoyu yoklamaların yansımaktadır. Yurdunu her yünüyle tanıması ve ona göre sorumluluklarını yerine getirme bilincinde olması ülke için önemli bir etkendir. Özellikle dünyanın en sorunu bölgesinde (dünyanın merkezinde) yurt edinmiş Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının, Türkiye’nin ekonomik, sosyal, siyasi, askeri, coğrafi, stratejik, yer altı ve yerüstü kaynaklar ile tanıması, tınılanların sevileceği, sevilenlerin korunacağı ve terk edilmeyeceği gerçeği göz önünde tutularak eğitim izlencelerinde, yurdun yurttaş olma bilincinin geliştirilmesine önem verilmelidir. Ne var ki, günümüz eğitim izlencelerinde, yurttaşlık bilgisini içeren derslere yeterince zaman ayrılmamakta, önem verilmemektedir.
Ülkemiz; stratejik ve coğrafi konumu ile çok yönlü olağanüstü kaynaklara sahip olmasıyla birlikte, onurlu bir savaş verilerek kıt kaynaklarla emperyalizmin yenilmiş olması, mazlum ülkeleri sömürme çabası içinde olan emperyalist güçleri rahatsız etmiş, özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra çeşitli içerikteki antlaşmalar ve siyasi yöntemlerle kuşatma altında tutulmaya çalışılmaktır. Bu kuşatmanın, aynen ulusal Kurtuluş Savaşı koşullarında olduğu gibi kırılarak, ülkemizin Kemalist ilkeler doğrultusunda bölgesel güç ve saygın bir devlet olarak yoluna devam etmesi, Atatürk’ün ön gördüğü; Tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, ulus-üniter devlet ve çağdaş devlet ilkelerinin yaşama yansıtılmasıyla ve korunmasıyla mümkündür. Bunu gerçekleştirecek olanlar da elbet bu ülkenin yurttaşları olacaktır.
Yurduna yurttaş olma bilinci, emperyalist beklentileri tek başına durduramaya yetmez ise de, emperyalizm ile mücadele etme ruhunu geliştirir, pekiştirir. Unutulmalıdır ki, kağnının kamyonu, çarığın potini yenmesininim temel dayanağı; Kuvayı Milliye ruhu olmuştur.
Atatürk’ün, 20 Mart 1923 günü Konya’da söylediği şu sözleri, her zaman hatırlamak ve gençlerimize hatırlatmak görevimiz olmalıdır: “Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, öncelikle bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.”

ESKİ TÜRKLERDE DİN, TANRI ALGISI VE TANRI SÖYLEMİ, Hüsnü MERDANOĞLU


ESKİ TÜRKLERDE DİN VE TANRI ALGISI
Hüsnü MERDANOĞLU
İlkel toplumdan beri var olan din olgusunu birkaç cümleyle tanımlamak kolay değilse de; var olduğuna inanılan Tanrı’nın (Yaratan’ın) üstün gücü elinde tuttuğu ve tüm evreni yönettiği inancıdır demek mümkündür. Tanrı anlayışıyla doğrudan bağlı olmak anlamına gelen inanç ise; bir düşünceye, görüşe, öğretiye, kişiye kuşku duymadan gönülden bağlanan insanların dini anlayışlarını, kavrayışlarını, yaşamlarını ve ibadet şekillerini belirler. Din ve inanç kavramları birbirinden farklıdır. Toplumsal kurum olan din, inanç ve tapınma olmak üzere iki bölümün bütünüdür. Canlılar içinde din ve inanç sahibi olan sadece insandır. Din, inanç uğuruna inanç sahibinin canını bile hiç sayacak kadar tapınmakla ilgili kutsal olduğu, kişisel ve toplumsal güce sahip bulunmaktadır. Bu güçten daha çok siyasi güce erişmek isteyenler ya da bu gücü elinde bulunduranlar yararlanmak istemişler/istemektedirler. Bu kutsal olgunun kişisel ve siyasi çıkarlara araç olmasının önlemenin en iyi yolu; inanılan dinin amaç ve içeriğini çok iyi bilmeleriyle mümkündür. İnanılan dini iyi tanımanın en önde gelen koşulu da, dinin temel kaynağını çok iyi anlamakla mümkündür. Dinin temel kaynağı en iyi anlamın koşulu ise iyi bilinen dil olduğu için ana dilde okuyarak, inceleyerek hiçbir aracıya gerek duymadan anlamaya özen gösterme gerçeğidir.
Her dini inanç, az ya da çok toplumsal olgulardan, önceki alışkanlıklar, töre ve kültürel etkilerden izler taşımakta olduğu da ayrı bir gerçektir. Bu nedenle günümüz din algısını yorumlayabilmek için, eski Türk inanç ve din algısını ile Tanrı söyleminin anlamını da bilmek gerekir.
Tarihi süreç içerisinde Türklerin inançlarını, kültüre dayalı-geleneksel ve tanrılı inanç dönemleri (evrensel) olmak üzere iki ayrımda incelemek mümkündür. Bu bağlamda eski Türkler; Atalar Kültü, Doğa İnancı, Totemcilik, Gök Tanrı ve Şamanizm inançlarını yanında, Budizm, Zerdüştlük ve Manihaizm inançlarının da etkisi altında kalmışlardır. Evrensel anlamda tanrılı dinlerden Musevilik, Hıristiyanlık Türklerin inanç ve yaşamlarını etkilemiştir. Ancak Türkler için din ve inanç yönünden asıl ve temeli etki İslamiyet’le olmuştur.
Kısmen değindiğimiz bu inançların içeriklerini ayrı ayrı açıklamak bu yazı sınırlarını aşacağı için şu kadarına belirelim ki; Türkler, farklı inancı benimsemiş olsalar da dillerine korumuşlar, ibadetlerini Türkçe yapmışlar, ilahilerini Türkçe söylemişler, henüz tek tanrının varlığı duyurulmadan önce bile, inançlarının temelini tek “Tanrı”ya (Tengri’ye) dayandırmışladır.
Türklerde Tanrı Söylemi
Türk dini tarihinde en eski terim "Tanrı"dır. Bu konuda yapılan çalışmaların yansıttığı üzere Tanrı; Kök=Gök tanımlamasıyla birlikte "Gök Tengri" (Yüce Tanrı) şeklinde belirtilmiştir. Tarihin derinliklerinden beri Türklerde "Tanrı" inancı kalıcı bir şekilde yerini korumuştur. Bu inanç öylesine sürekli bir özelliğe sahip olmuştur ki, Türk dini tarihi Türklerin Tanrı ile ilişkilerinin tarihi, şeklinde değerlendirilebilmiştir.
İslâmiyet öncesi Türklerin inanç sistemini incelerken başvurulması gereken yazılı kaynak, hiç şüphesiz ki Türk tarihinin, dilinin en eski kanıtı olan Orhun Abideleri’dir. Orhun Abideleri, taş üzerine yazıldığı için kitabî kaynak özelliğindedir. Bu kitabeler sayesinde İslâm öncesi ve İslâm sonrasında Türklerin yaşam yöntemlerinin karşılaştırılması mümkün olmakta, yaratıcı güce “Tengri” (Tanrı) olarak anıldığı görülebilmektir. Bugün için Türk kültürünün bilinen en önemli kaynağı sayılan Moğolistan’da Orhun, Tula, Ongin ve Selenge ırmakları havzasında bulunan Orhun Yazıtlarında, Türklerin yaratılış efsanesi şu cümleler ile yapıtlaşan kayaya kazılmıştır:
Üze kök-Tengri, asra yagız yer kılındıkda ikin ara kişi oglı kılınmış. (Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 1-2. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 2-3). (Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında kişioğlu yaratılmış.
Orhun yazıtlarda kağan ve beyler, Türk milletine yaptığı yardımları nedeniyle, Tanrıyı içten gelen minnet ve şükranlarla anılmıştır. Türk kağanlarına siyasi egemenliğin temeli olan “kut” Tanrı tarafından verildiği, Tanrı izin verdiği için düşmanlar perişan edildiği ve devlet sahibi olunduğu yanında, kitabelerin birçok yerinde yinelenen Tengri’ye bazen Türk Tengrisi şeklinde de yer verilmiştir.
Tanrı deyimi Başkurtça hariç, bütün Türk lehçelerinde ortak ve temel sözcük olmuştur. Milattan öncesi hakkında, Çin yıllığı olan Shih-Chi (Şi-Ci)’de Mete Han’ın (M.Ö. 209-174) unvanları dolayısıyla anılan “Tanrı” sözcüğü Çince’ye “T’ien” olarak geçmiştir. En aşağı 2500 yıllık bir geçmişe sahip bu Türkçe deyim daha sonra Moğolca’ya ve diğer bazı Asya dillerine geçmiştir. Eski Sümer dilinde Tanrı’ya yakın bir anlama gelen “Dingir” sözcüğü ile ilişkisinin olduğu da mümkündür. (Eski Türkçedeki tengri kelimesi bu günkü çeşitli Türk lehçelerinde, her lehçenin fonetik özelliklerine göre, tengri, tengere, tingri, tangrı, tanrı, tangara, türe şekillerinde dile getirilmiştir. Oğuzlar, Tanrı kelimesi yerine "Celep" kullanmışlardır.)
Türklerin “Tengri” (Tanrı) yaklaşımı, eski Türk inşacının, Tengricilik olduğu savını gündeme taşımıştır. Çoğu eski inançlardaki gibi Tengricilikte de gerçek âlemin yanında bir “gök âlemi” bir de “yeraltı âlemi” vardır. Bu âlemlerin arasındaki tek bağlantı, dünyanın merkezinde duran “Dünyalar Ağacı“dır.
Oğuzlardan, birinin haksızlığa uğradığı ya da hoşlanmadığı bir işle karşılaştığı zaman, başını göğe kaldırarak “Bir Tengri” diye dua ettikleri aktarılmıştır.
Eki Türklerin hakanlarını tahta çıkaran, Türklere zafer kazandıran, felaketlerden koruyan Türk tanrısı Gök-Tanrı'dır. Türklerin büyük başarılarından bahsederken hakan ya da beyler daima "tanrının inayeti ile", "Tengri yarılkaduk ucun..." demeyi ihmal etmemişler. "Tanrı" adı bazen "yer", "gök" ve bazen "yer su" ile birlikte anılmıştır.
Eski Türkçede “tengri” kelimesi göze görünen gök ve "Allah" anlamlarını ifade etmiştir. Şimdiki Şamanistler nasıl ki bir dağı yahut bir ırmağı aynı zamanda bir ruh olarak algılıyorlarsa, eski Tüklerde göğü (semayı) öyle, yani maddi bir varlık sandıkları gök ile yüksek ve büyük bir ruhu - tanrıyı aynı düzeyde değerlendirmişlerdir.
Türklerin Müslümanlığa girmesinden yüz yıl kadar sonra, 1069 yılında Yusuf Has Hâcib tarafından yazılan ve İslami Türk edebiyatının en eski yapıtı olan Kutadgu Bilig’in ilk bölümünün başlığı; “Tenri” dir. En eski dönemlerden beri Türklerde "Tanrı" inancı kalıcı olarak yerini korumuştur. Bu inanç öylesine sürekli bir özelliğe sahiptir ki, Türklük milletimizin ismi olmadan önce, inancımızın ismi olmuştur. Tek Tanrılı bu inanç sistemi, Tek Tanrılı dinler sıralamasında Türklük olarak ortaya çıkmıştır.
**
Tarih boyunca yaratıcı güç (Yaratan) farklı isimlerle anılmış ve anılmaktadır. Allah, Rab, Tanrı, Mevla, Es-Selam, Rahmân, Rahîm, Melik, Kerim, Gaffar, Razzâk, Mütekebbir sadece birkaçıdır. Orta Asya yaylalarında yaşayan Türklerin gökyüzünün büyüklüğüne şaşkınlığını ifade etmek için “tan” (yüce) anlamının “Tanrı” ya dönüştürüldüğü bilinir. Orhon Yazıtlarında “tengi” olarak, Yunus Emre’nin şiirlerinde “Korkar oldum ben Tanğrı’dan (Tanrı’dan)” yer alan “Tanrı” sözü de Allah’ın isimlerindendir.
Öte yandan “Allah” sözünün Müslümanlıktan önce de var olduğu, bunun kanıtı olarak da; henüz oğlu aracılığıyla İslamiyet duyurulmadan vefat eden, Hz. Peygamber’in babasının adının “Allah’ın kulu” anlamında “Abdullah” olduğu belirtilir. “İlah” sözünden türeyerek Arapça Allah, İbranicede “efendi" ya da "yüce" anlamlarında “Rab”, Türkçede “yüce” anlamında Tanrı’yı ifade etmektedir.
Kur’an’ı doğru anlama ve anlatma olgunluğuna erişmiş ilahiyatçılardan olan Yaşar Nuri Öztürk’ün Kur’an tercümesinde; Allah, Rab, Tanrı ifadelerini ayrı ayrı ayetlerde görmek mümkündür. Üstelik aynı surede Müzemmil (Bürünen) Suresi’nin 8. Ayetinde “Rab”, 9. Ayetinde “Tanrı”, 20. Ayetinde “Rab ve Allah” ifadeleri yer almıştır.
Tanrı sözcüğü Türkçedir. Her Türkçe sözcük gibi Tanrı sözcüğüne de sahip çıkmak, kullanmak her Türkün ödevi olmalıdır. Kişiliği, öngörüsü ve gerçekleştirdikleriyle dünya liderlerini imrendiren, devletimizin kurucusu Atatürk’ün 17 Şubat 1931 günü adana Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada yer alan şu tespitini hatırlatma yetinelim; “Türk milletindenim diyen insan, her şeyden öne Türkçe konuşmalıdır.”

7 Haziran 2018 Perşembe

“CUMHURİYET TOPRAKLARI VE KÜRESEL İŞGAL”-Kemalist Yazar, Atatürkçü Düşünür HÜSNÜ MERDANOĞLU

“CUMHURİYET TOPRAKLARI VE KÜRESEL İŞGAL”

Emperyalizmle burun buruna olduğumuz şu günlerde insanlar, aynen Ulusal Kurtuluş Savaş’ımız günlerinde olduğu üzere iki ayrı gruba ayrılmış durumdadırlar.
Bu gruplardan birisi, birinci sınıf insanların yer aldığı gruptur. Bu grupta yer alanlar, ülkenin içinde bulunduğu koşulları yurttaşlarına tüm açıklığı ile anlatma görevini üstlenen, emperyalizme karşı dik duran ve uğraş verenlerin grubudur.
İkinci grupta, emperyalizmin istediği şekilde kalemlerini kullanan ve ayıkları Dolar ve Avro ile ödenen, uzantıları yurt dışında olan fonlardan çıkar sağlayan, kazançlarına kazanç katmaktan başka kaygıları olmayan, ulusal onurdan yoksun, onursuz olduğu için çıkarcı olan ikinci sınıf insanların yer aldığı gruptur.
Günümüzün birinci sınıf insanlarına, emperyalizmin güdümündeki televizyon ekranları kapalı olduğu için onlar, Kemalist içerikli dergilerde makalelerle ve yazdıkları kitaplarla toplumumuzu aydınlatmak için uğraş vermektedirler.
Kemalist içerikli dergilerden birisi olan “Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi” Prof. Dr. Çetin Yetkin’in öncülüğünde, geçtiğimiz ay yüzüncü sayısına ulaştı. Kendilerini ve destek verenleri kutluyorum.
**
Kutlanması gereken kişilerden birisinin de bu yazının başlığını taşıyan yapıtın yazarı Orhan Özkaya olduğunu düşünüyorum. İtalik dizili yazılarla alıntılar yaptığım, Bir Millet Uyanıyor dizisinin 15 inci yapıtı olan, (Cumhuriyet Toprakları ve Küresel İşgal, Bilgi Yayınları, 2007) okunması gereken bu yapıt incelendiğinde; içinde yaşadığımız koşulların önemini bir kez daha gören yurt severlerin karşı karşıya kaldığı ulusal sorunlara çözüm bulmaları için uzun uzun düşünmeleri gerekiyor.
Osmanlı son döneminde, içinde bulunulan kuşatılmışlıktan kurtulmak için yapması gereken kalıcı devrim yerine, Tanzimat sürecinin taklitçiliğini yeğleyince, “İngilizler, Ege'deki tarım topraklarının 1/3'ünü tapuyla satın aldılar” 15 Mayıs 1919 günü İzmir işgal olunduğunda, İzmir rıhtımında işgalcileri karşılayanların çoğu, çantalarında Osmanlı topraklarının tapusu bulunan yabancılardı.
"Yabancıların Gayrimenkul Edinmesi" ile ilgili yasanın çıkarılması, ülke topraklarının yağmalanmasına neden oldu. Yasadan önce İngilizler, Menderes ovasında sınırlı sayıda arazi satın aldılar. W. Williamson 2.620 dekar arazi almıştır. İngiliz konsolosunun, İngiliz elçisi Sir Henry Bulwer'e sunduğu raporda şu görüşler yer almaktadır:
"...bölgenin genel durumu gün geçtikçe iyileşmekte ama bu iyileşmeden yararlananlar aslında Türkleri soyup soğana çeviren Hıristiyanlar dır. Gülhane Hattı Şerifi'nin öngördüğü reformlarla beraber Hıristiyanlar tarımla ilgilenmeye başladılar ve yeni gelenlerle birlikte sayıları her gün daha da arttı. Askerden dönen Türkler köylerini, kentlerini tanınmayacak kadar değişmiş bulmaya başladılar. Her yerde Türklerin yerini Hıristiyanlar alıyordu. Eskiden olduğu gibi tarlalarını işlemek isteyen Türkler hemen Hıristiyan bir tefecinin pençesine düşüyor ve eninde sonunda toprağını satmak zorunda bırakılıyor. Talihlerini başka yerlerde denemek isteyenlerin toprakları ise gene Ermeniler, Rumlar veya Frenkler tarafından yok değerine satın alınıyor. Bu yolla toprak sahibi olan Frenkler arasında, içlerinde büyük çiftlikler satın alan yedi İngiliz vatandaşı da var. İzmir yakınlarındaki köylerde de Türkler topraklarını yabancılara satıyorlar." (s.33)
Aslında, mevcut işyerlerinin sadece %15’i Türklere ait bulunmakla, madenlerin %63.75’i, kömür üretiminin %67’si yabancıların ya da azınlıkların yönetiminde olmakla, günümüzün deyimiyle “Küreselleşmiş” olan Osmanlı İmparatorluğu, bir yandan başarısız çıktığı savaşlarla toprak kaybına uğrarken bir yandan da ülke topraklarını yancılara satarak kaçınılmaz sonu kendi elleriyle hazırlamıştır.
Sonu gelmez savaşların yarattığı yıkım ve Osmanlı yönetimin Türk halkını salt asker ve vergi kaynağı olarak görme alışkanlığı, halkı uğruna canını vermeye hazır olduğu toprağını satma gerçeği ile karşı karşıya bırakmıştır.
“Durum böyle olunca, beden gücünü satar duruma düşmüştü. Toprakta kapitalist ilişkiler İngiliz toprak sahiplerinin tercihi haline gelmiş ve hızla, emekte sömürü sistemi artmış, yaygınlık kazanmış, gelişme ortamı bulmuştu. Türk köylüsü geçim olanağını yitirmiş, üretim aracı olan toprakları da elinden uçup gitmişti. Tam bir tarım işçisi konumuna düşmüşlerdi.”(s.36)
Geçmişten ders almayanlar, toprağın kutsallığını bilmeyenler ve topraklarını yabancılara satmanın ne demek olduğunun ayırtına varamayanlara anımsatmak bağlamında vurgulamak gerekir ki; Yahudiler, toprak satın alarak devlet kurmuşlardır.
Mart 2005 tarihi itibariyle; 82.055 taşınmazımız, 85.246 gerçek yabancı kişiye satılmıştır. Bu rakamların içinde satılan, yabancılaştırılan, devredilen şirketler yer almamakta, Yabancılara satılan taşınmazların gerçek rakamları bilinmemektedir.
“Tarımın çöküşü ile yoksullaşan, yoksunlaşan ve her türlü devlet desteğinin özelleştirmeler nedeniyle geri çekildiği bir ortamda, çaresiz kalması sonucunda birer birer toprakları yabancıların eline geçen köylümüz” (s.45) taze parayı elinde bulunduranların karşısında dayanamaz duruma düşmüştür.
Günümüzde, Anadolu topraklarının satışı, geçmişin deneyiminden yararlanılarak, geleceğin tehlikesi görülerek değerlendirilmelidir.
Sayın Özkaya’nın araştırmaları sonucunda saptadıklarına göre, iller bağlamında %020 Hatay, %040 Kilis, %06 Mardin illerimizin yüzölçümlerinin %05 sınırı çoktan aşılmış olup sadece Hatay ilinde satışlar resmen yasaklanmıştır. Gaziantep ilinin %04.6 sı ve Aydın, Muğla ve Antalya illerinde %05’lik sınırına yaklaşılmıştır.
Mardin ve Kilis ilimiz de dikkate alındığında Türkiye genelinde satılan toprakların %82’si Güney bölgemizdendir. 2465 Suriye uyruklu, 4596 taşınmaz almıştır. Suriye’nin bu ilgisi, herkes alıyor onlarda alabilir yönündeki vurdum duymaz yaklaşımdan öte; Suriye’de bulunan Osmanlı döneminden kalma Türk taşınmazlarına karşılık bir değişim hazırlığı olmasın?
14424 kişi üzerine, 11544 taşınmaz alan Yunanistan, bir türlü vazgeçmediği Megale İdea’ye altyapı hazırlıyor olmasın?
İsrail, Almanya ve İngiltere’nin Türkiye’den toprak satın alanlar arasında ön sıralarda bulunmuş olmaları “karşılıklılık ilkesinin bir gereği” olarak görülmek yerine, köşe başından yer tutmak, Türkiye’nin stratejik konumundan yararlanmak, ezelden beri önemini koruyan boğazlarda söz sahibi olmak gibi ulusal bütünlüğümüze kasteden beklentiler olmasın? Bu olguları ülkenin yabancılaşması olarak değerlendirmek her yurtseveri düşündüren davranışlar olmalıdır.
Yabancılaştırma sürecinin bir başka boyutu da, yabancı ile evlilik sürecinde sürdüğü görülmektedir.
“Didim'de son üç yılda kıyılan nikâhların % 25'inde İngiliz gelinler, Türk erkekleriyle dünya evine girdi. Aydın'ın Didim ilçesinde Türklerle İngilizler akraba oldu. Didim Belediyesi Evlendirme Memurluğu kayıtlarına göre, 2003 yılında yapılan 188 evliliğin 53'ünü, 2004 yılında kıyılan 272 nikâhın 54'ünü Türk-İngiliz evliliği oluşturdu. Bu yılın başında 87 çift nikah defterine imza atmıştır.” (s.85)
Daha da düşündürücü olan, yürürlükteki yasalara karşın, vakıf arazisi görünümü altında askeri yasak bölgelerin bile yabancılara satışının gerçekleştirilmiş olmasıdır.
“ ‘Askeri Yasak Bölge’de yabancılara taşınmaz satışı yasağı, işte bu Fenerbahçe Orduevi'nin yanında, rahiplere verilen araziyle delinmiş olmaktadır. Bunun devamı da gelecektir. Çünkü bu uygulama emsal teşkil edecektir. Ne diyelim? İnsaf, insaf mı diyelim!.. Çıldırmamak olanaksız!..” (s.105)
Ne diyelim? sorusunun yanıtı elbette “çıldırmak” olmalıdır.
Tıpkı yalınayak askerleri, çocuk yaşta “kağnı komutanının” yönettiği kağnı ile emperyalizmin kamyonunu yenen Kuvayı Milliye çılgınlığı gibi.

1 Haziran 2018 Cuma

İSMET İNÖNÜ VE “KARŞI DEVRİM” - Hüsnü MERDANOĞLU, Araştırmacı, Atatürkçü-Kemalist Yazar

İSMET İNÖNÜ VE “KARŞI DEVRİM
Hüsnü MERDANOĞLU
Yeryüzünde insan onurunu en çok yaraşır içerikteki “Kemalist Devrim’”i gerçekleştiren Mustafa Kemal Atatürk, kendi döneminde tam bağımsızlığa dayalı yeryüzünün en saygın ülkelerinden birisi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
NATO güdümünde olmayan, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Kopenhag Ölçütü ve dayatmaları bilmeyen, tam bağımsızlığa dayalı, kendine yeten ve komşuları ile iyi ilişkiler içinde olan, Balkan ve Sadabat Paktı bağlamında ulusal sınırlarımızı güven içine alan Atatürk, Kemalist Devrim’in korunması ve sürekliliği için; askeri, ekonomik, sosyal, siyasal içerikli önlemler almakla birlikte, söz ve söylemleri ile de Devrimin korunması için öneri ve uyarılarda bulunmuştur.
Atatürk’ün bu uyarılırından birisi; "Biz büyük bir Devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp, yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumları yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir. .." içeriğindedir.
Ne var ki, Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllarda, önce Atatürk’ün savaştığı Batı ve Batı’nın uzantısı olan ve Kemalist Türk Devriminin dünya devletleri karşısında tescili anlamına gelen Lozan Antlaşması’nı onamamış bulunan Amerika Birleşik Devletleri ile uluslararası işbirliğinden öte, teslimiyetçi bir siyaset izlenir olmuştur.
Teslimiyetçi dış siyaset; içerde ve dışarda fırsat bekleyenleri, Kemalist Devrime karşı “Karşı Devrim” cephesinde buluşturmuştur.
Atatürk’ten sonraki Türkiye yöneticilerinin, ABD’ye yaranma ve teslim olma çabalarında; Rusya’nın, Türkiye’den toprak istemiş olmasının etken olduğu savunulmuş ve savunulmaktadır.
Bu bağlamda; Cumhuriyet Gazetesi’nde 26 Aralık 2006 günü yayınlanan iki ayrı yazı “İsmet İnönü” başlığını taşıyordu. Ne var ki, aynı konu işlenmekle birlikte iki yazı arasında kimi çelişkilerin bulunduğu dikkat çekmektedir.
Bu yazılardan birisi Ertuğrul Kazancı’nın yazsıdır (Sayfa;2). Sayın Ertuğrul Kazancı yazısında;
“İnönü'nün, Atatürk'ün ardılı olarak 1946 yılına kadar özenle sürdürdüğü başarıları bellidir.” tümcesiyle İsmet İnönü dönemine ihtiyatla yaklaştıktan sonra;
“Köy Enstitüleri, ulaşım ve sağlık politikaları, KİT’lerin genişletilmesi ve en önemlisi de İkinci Dünya Savaşı'ndan akıllıca uzak duruş önemli ‘kamu yararı’ siyasetleri” olarak vurgulayarak;
“1925 Tarihli ‘Türk Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın 1945 yılında sona ermesinden sonraki gelişmeler, dış politikada bambaşka bir yolu da beraberinde getirmiştir. Sonraki yıllarda sahteciliği anlaşılan ve; ‘Sovyetler, Türkiye'den toprak istiyor, boğazlarda üs talep ediyor’ şeklindeki gerçek dışılık, ‘Missouri’ gemisini Türkiye'ye getirmiştir” tümcelerine yer vermiştir.
Aynı konuyu işleyen (Sayfa;4) Sayın Ali Sirmen ise;
“… 2. Dünya Savaşı sonrası dünyasının ve Stalin'in, Türkiye'nin bağımsızlığını hedef alan toprak ve üs talepleri dolayısıyla ülkemizin içinde bulunduğu koşullan iyi bilmek ve değerlendirmek gerekmektedir.” tümcelerine yer vermiştir.
Kanımca, İsmet İnönü dönemini en yalın biçimiyle inceleyen, belge ve kaynakları dayandığı için inandırıcı yapıtların önünde gelen yapıt; Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” adını taşıyan yapıttır. Bu yapıtta, Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet İnönü döneminin, “Karşı Devrim” olarak değerlendirilmiş olmasını, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olduğunu belirterek önce, Rusya’nın, Türkiye’den toprak isteyip istemediğine açıklık getirmek için söz konusu yapıtın ilgili bölümünden kısa bir altı yapmak istiyorum.
“SSCB, 1925 tarihli Türk-Sovyet Tarafsızlık Ve Saldırmazlık Antlaşması’nı 19 Mart 1945’de feshettiğini bildirdi. Bu durumun ortaya çıkardığı gerginlik sürerken SSCB bu kere 7 Haziran 1945 günlü bir nota ile doğu sınırımızda kendi yararlarına bazı düzenlemeler yapılmasını, Boğazları da kendisine üs verilmesini ve buranın iki devletçe ortaklaşa savunulmasını, Montreux Sözleşmesi'nin ikili bir antlaşma yapılarak değiştirilmesini istedi. Türkiye, bu önerileri geri çevirdi, ancak SSCB, 7 Ağustos 1946 ve 25 Eylül 1946'da iki nota daha vererek bu isteğim yeniledi. Bu arada, … İstanbul'da başta Tan olmak üzere bazı gazete ve dergi bürolarıyla birlikte bir Sovyet vatandaşına ait bir kitapevinin de bazı guruplarca yıkılıp dağıtılması, Türk-Sovyet ilişkilerini daha da gerginleştiren bir başka olay oldu.”
Elbette, emperyalist emeli olan ülkelerden birisi de SSCB idi. Türkiye’yi, SSCB emperyalizminden korumak görünümü altında, Amerikan emperyalizmine yanaştırmak için, örtülü ya da açık görevler üstlenmiş olanlar, üzerlerine düşenleri yapmışlardır. Ancak, henüz Kuvayı Milliye döneminin uzantısı olarak TBMM’nde bulunanların, bizzat Atatürk’ün yanında bulunmuş olanların yaklaşan tehlikeyi görmeleri gerekir idi.
Ne var ki, değil tehlikeyi görmek, (aynen Irak’ı işgale gelen ABD askerlerini -televizyon ekranlarına yansıdığı üzere- öperek karşılayan, bugün sadece özgürlüğünü değil namusu da tehlike altında olan Iraklılar gibi), ABD’yi göklere çıkaranların, daha da ileri giderek “Peygamber” gibi görenlerin, bizzat TBMM üyelerinin olduğunu yine Sayın Çetin Yetkin’in “Karış Devrim” inden öğreniyoruz.
“Mehmet Akif in yazdığı İstiklâl Marşımızı Meclis'te ilk kez okuyan, ‘milliyetçi’, Türk Ocağı başkanlığı yapmış olan Hamdullah Suphi Tanrıöver'in TBMM kürsüsünden söyle¬dikleri gerçekten de us şuurlarını zorluyor:
".....milletler hâlâ endişe ile bakıyor. Işık nereden geli¬yor? Bu ışığın bir membaı var: Yine Amerika. Ümit nereden ge¬liyor? Amerika 'dan. Güven nereden geliyor? Amerika 'dan."
“Bu ses nihayet Amerika'dan Peygamber gibi temiz ve kusursuz olan büyük insanın, büyük Rozvelt'in sesi olarak ufuk¬lara aksetti. İnsanları esaret altında bırakmayacağız, medeniyeti yıktırmayacağız diyen bu azametli ses Rozvelt'in vatandaşlarının sesleriyle birleşerek ufuklarda gulguleler vücuda getirdi. Bundan sonra Amerikalılar açların imdadına ve silâhları ellerinde olarak esir milletlerin muavenetine koştular..... Bugün bu büyük milletin insanlara yaptığı yardımı hatırlayıp, teşekkür giderken, Peygamber gibi temiz ve kusursuz Rozvelt'i, onun halefi olan kıymetli devlet adamı Truman'ı hürmetle selâmlar ve milletinin insanlık yolunda da, sulhte de beşeriyete yardımda beraber olacağını söylemekle iftihar duyarım.”
Öte yandan, Amerikan Missuri gemisinin İstanbul’a gelmesi (Nisan 1946) ve bu geminin, ulusal onurumuza yarışmayan içerikteki karşılanma hazırlıkları ilgili olarak, “Karşı Devrim” yapıtında şu satırlar yer almaktadır:
Atatürk, antiemperyalist ulusalcılık düşüncesinin önderidir. Antiemperyalist ulusalcılığın üç temeli bulunduğu bilinir. Birincisi, bağımsızlıktır. İkincisi, ülkeyi azgelişmişlikten kurtarmak ve kalkınmış bir duruma getirmektir. Üçüncüsü ise, halka ulusal kimlik, kişilik, ulusal bilinç kazandırmaktır. Çok kısaca formüle edersek, bence Atatürkçülük; bağımsız vatan topraklarında, bir ulus olma bilinciyle, başı dik, onurlu, sırtı pek, karnı tok "insan" olmak demektir. 1945-1950 sürecinde ise, bu üç temel de ağır bir biçimde yaralanmış bulunduğu gibi; onur sahibi olanların onurları kırılmış, başları öne eğilmiştir. Doğru, gerçi kimilerinin de sırtı daha kalınmış, göbekleri daha şişmiştir ama C.H.P’nin 6 Ok'unun "Cumhuriyetçilik" dışındakiler kırılıp bir yana atılmıştır. Özellikle de "Milliyetçilik" oku! O, kırılmakla da kalmamış, anlamı da kaydırılıp saptırılmıştır. Milliyetçi olmak. Amerikancı olmak ve Amerika'nın karşı çıktığı her şeye karşı çıkmak, tuttuğu her şeyi tutmakla eş anlamlı bir duruma getirilmiştir. Missuri'nin ülkemize gelmesi ise, bu gidişin tetiğinin çekilmesi anlamını taşıyordu.
Gemi ve tayfaları askeri törenle karşılanmıştı. Bu doğaldı ve gelenek gereği idi. Ama, "konuklar"ı ağırlamak ve onurlandırmak için yapılanlar da işin ölçüsü adam akıl kaçırılmış bulunuyordu.
Bunlardan birkaçı şöyleydi:
1.Armağan olarak gümüş bir levha verildi.
2.Hereke'de özel olarak bir halı yaptırıldı, bu halı geniş bir salonu kaplayacak büyüklükteydi, halının üzerine İstanbul'un bir haritası kabartma olarak işlenmişti.
3.Dolmabahçe'de, Amerikalıların dolarlarını Türk parasına çevirmek üzere özel bir büro açılmıştı.
4.Tekel, özel olarak yaptırdığı ve 50'şer adetlik, üzerinde "Missuri" yazan kutular İçindeki sigaraları satışa çıkardı. Bu kutuların üzerine Türk ve Amerikan bayrakları konulmuş ve İngilizce olarak da "Hoş geldin Missuri" yazılmıştı. Ayrıca kutunun üzerinde bir de Missuri'nin resmi vardı.
5.PTT, bir "Missuri Serisi" pul çıkarmıştı.
6.Amerikalı denizceler için özel olarak Türk şekerleri hazırlanmıştı.
7.İstanbul Belediyesi Amerikalı denizciler için gece yarısından sonra Dolmabahçe-Taksim arasında gidip gelebilmeleri için 12 otobüs ayırmış bulunuyordu.
8.Bununla da yetinilmemiş tüm taşıtlar Amerikalıların emrine verilmişti ve bunlara hiçbir ücret ödemeden bine biliyorlardı.
9.Sinemaların balkonlarındaki ve tiyatrolardaki 80 kişilik yer ücretsiz olarak Amerikalılar için ayrılmıştı.
10. Amerikalı bahriyelilerin isteği olan; İstanbul’daki Türk kızlarının saat 6’dan sonra eve gitme mecburiyetlerinin kaldırılması (Türk kızlarının daha uzun süre Amerikalılarla birlikte olması için), Türk gazetecisi tarafından analara duyuruldu.
11.İstanbul’daki genelevlerin duvarları boyandı.
Söz konusu yazısında Ali Sirmen, “Bugün Türkiye'de çok partili bir rejim varsa, eğer demokrasi ya da benzeri bir yönetim biçimi egemense, bunu İsmet İnönü'ye borçlu olduğumuzu kimse yadsıyamaz.” saptamasında bulunmaktadır.
Bu bağlamda, Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” yatında da kimi saptamalar bulunmaktadır şöyle ki;
“Bugün pençesinde kıvrandığımız IMF, Dünya Bankası ve dış borçlar, İnönü döneminin bize armağanıdır.
Türkiye'nin bağımsızlığı İnönü döneminde zedelenmiştir. Emperyalizme teslim olmak bu dönemde başlamıştır. Aydınlanınız, yazarlarımız, şairlerimiz İnönü döneminde öldürülmüşler, hapislere atılmışlar, polisçe izlenip durmuşlardır.
İnönü, önce devrim karşıtlarını önemli görevlere getirerek ama daha da önemlisi devrimlerden ödün üstüne ödün vererek, üstelik dini siyasete âlet ederek, demokrasinin önünü böylece kendisi tıkamıştır. Öte yandan, yılların planlaması ve çabası sonucunda yaratılan Köy Enstitüleri'nin devrim düşmanlarınca acımasızca yıkılmasına göz yummasaydı, göz yummak ne demek, baş yıkıcısı Reşat Şemsettin Sirer'i Millî Eğitim Bakanı yapmasaydı, demokrasinin önündeki başlıca engel olan cahillik, boş inançlar, ağalık, şeyhlik... ten bugün iz kalmamış olacaktı.
Demokrasi ancak tam bağımsız bir ülkede var olabilir. Çünkü, demokrasi demek, halkın/ulusun kendi özgür istenci ile kendisini yönetmesidir. İktidar ve muhalefet partileri böyle olan bir ülkede, hangi demokrasiden söz edilebilir ki?
İnönü'nün CHP seçimlerden yenik çıkınca iktidarı DP'ye devretmesini ise başlı başına eski Millî Şefin yüce kişiliğinin bir sonucu olarak gösteriyor kimileri de. İyi de, ülkeye demokrasi getirdim diye övünen İnönü'den başka ne yapması beklenebilirdi ki? Seçimi yitirenlerin iktidarı seçime kazanana devretmesi en olağan davranış değil midir ki, bunda bir yücelik görülüyor? Hem sonra, iktidarı devretmemek elinde miydi? Sözü uzatmamak için, 27 Mayıs 1960 ihtilâlini gerçekleştiren subaylardan Suphi Karaman'ın son bölüme aldığım şu sözünü anımsatmakla yetineceğim:
‘50'lerden önce de bana göre, Halk Partisi 60'dan önceki Demokrat Parti durumundadır. Ama bir seçimle kendini sıyırabilmiştir... ‘ "
***
Sayın Çetin Yetkin’in “Karşı Devrim” adını taşıyan yapıtını okuyup da, “karşı devrim süreci”nde, İsmet İnönü’nün karşı devrimci olmadığını kanıtlayamayanların (merhum İsmet İnönü’nün maddi ve manevi mirasından yararlanan evlâtları ile eli kalem tutan bütün yakınları, İsmet İnönü’nün yakınında bulunmuş olmakla övünenler de dahil), İsmet İnönü’den saygı ile söz etmeye hakları olmadığı kanısındayım.
Ayrıca belirtmek isterim ki, Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet İnönü’nün “Karşı Devrim”ci olmadığının kanıtlanması, bir Kemalist olarak en çok beni sevindirecektir.